Günün Sözü

Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.
yemek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yemek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Eylül 2014 Perşembe

Tehlikenin farkında mısınız? Yiyeceklerimiz sağlıklı mı?

Bilindiği gibi sağlıklı tarım uygulanmayan tarım ürünleri, zirai ilaçlardan kaynaklanan, yıkamayla bile geçmesi mümkün olmayan kanserojen kalıntılar içermektedir. Artık meyve ve sebzeler dahil, bu tarım ürünlerini göz göre göre tüketmek imkansız hale gelmiştir. Sofralarımızdan eksik edilmeyen tavuklar ile ilgili gerçeklere gelince: Kemikleri gelişmesin, sadece et yapsınlar ve çabucak büyüsünler diye; yumurtadan çıkar çıkmaz hormon ve antibiyotik verilen; 1 saat karanlıkta, 23 saat ışık altında bırakılarak durmadan yemeye zorlanan; kuluçka süresi 17 güne inen; henüz 45 günlükken aslında bir yumruk büyüklüğünde olması gerektiği halde 1.5 kiloya kadar çıkabilen tavuklar, eğer hemen kesilmezler ise zaten kemikleri kırılarak kendiliğinden ölüyor. Toksin, hormon ve antibiyotikler verilerek yetiştirilen bu çiftlik tavuklarını yemenin; kansere, karın fıtıklarına, kemiklerin kolay kırılabilir olmasına, akciğer sıvısının bitmesine ve KOAH başlangıcına yol açtığı, onkoloji uzmanları tarafından açıkça belirtiliyor. Sonra görüyoruz ki, beyaz et sağlıklıdır düşüncesi ile sık sık tavuk tüketen onlarca kadın, onlarca gen­cecik kadın meme kanserine yakalanıyor.
Tavukta tehlike saymakla bitmiyor. ‘O halde kırmızı et tüketelim’ derseniz durum şöyle: ‘Etleri pembe olsun’ diye buzağılara demir verilmiyor. Hayvanlar demir eksikliğinden ahırların paslan­mış metal aksamlarını yalıyor. Henüz sekiz aylıkken aslında küçücük olması gereken danalar, verilen hormonlar sayesinde kocaman olu­yorlar. Yediğimiz etten, sütten, yoğurttan bol miktarda hormon ve antibiyotik almak düşüyor bize de. Bu hormonlu, antibiyotikli etleri tüketen çocuklarımız, antibiyotiğe karşı bağışıklık kazanıyor. Hasta­landıklarında antibiyotik aldıklarında da günlerce iyileşemiyorlar bu sebeple. Hepimiz biliyoruz ki, kız çocuklarımız artık erken yaşta adet görmeye başlıyor. Erkek çocuklarımızın göğüsleri büyüyor. Henüz 11-12 yaşındaki çocuklarımız gıdalardan aldıkları bu hormonlar yüzünden erken gelişen metaboliz­malara sahip oluyorlar. Yetişkin giyim ve ayakkabı mağazalarından alışveriş edip diyetisyenlerde fazla ki­lolarını vermeye çalışıyorlar. Tüm bunların yanında trans veya hidrojenasyon ile oluşan yağların, koroner kalp hastalıklarına sebep olduğu artık kesinleşti. Diyabet, obezite, kanser, kısırlık, karaciğer bozukluğu, Alzheimer, Parkinson gibi birçok hastalık ile ilişkileri hakkında da yüzlerce bilimsel veri mevcut.
Sentetik mayalama yöntemiyle, içerisine antibiyotikli sütler, süt tozları ve hidrojenize yağlar katıla­rak üretilen yoğurtlar market raflarını dolduruyor. Piyasadaki bilindik pek çok yoğurt markasında, su kaybını önlemek ve sertleşmesini sağlamak için hay­vanların deri ve kemiklerinden elde edilen bir katkı maddesi olan jelatin kullanılıyor. Hatta mum yapımında kullanılan parafin, küflenme ve bozulmalara karşı yoğurt tozu, kıvam artırıcı, kalite artırıcı gibi masum başlıklar altında pek çok zehirli kimyasal kullanıldığı da sık sık tespit edili­yor. İnsanın aklına bile gelmeyecek her türlü katlı maddesinin, her türlü üründe kullanıldığını söyleyen akade­misyenler; bu katkı maddelerinin başta kanser olmak üzere pek çok hastalığa davetiye çıkardığını, ar­tık bunları yakalamaya çalışmaktan yorulduklarını, tüketicilerin kendi sağlıklarını koruyabilmek için bilinç­li olmaları gerektiğini dile getiriyor. Kanser riskini azaltan, özellikle kolon kanserine karşı koruyucu etkisi olan, bağırsaklardaki tehlikeli mikropların oluşumunu engelleyen, LDL kolesterolü azaltan ve gıda zehirlenmelerine karşı koruyan mucizevi doğal ilaç olan yoğurdu; market raflarından satın alıp tüketmek, açıkça ortadadır ki bilinçli tüketicilerin yapacağı bir şey değildir. Tüm bu tehlikelere, bir de geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye girdiği tespit edilen GDO’lu pirinçler eklenmiş­tir.
Ben, bir anne olarak. Doğdukları günden beri çocuklarımın sağlıklı ve iyi yetişmeleri için çaba gösteriyorum. Amacım, çocukla­rımın gencecik yaşlarda amansız hastalıklarla mücadele etmelerini bir nebze olsun engellemek. Geçtiğimiz yıllarda oğluma, okulda sadece yoğurt ve ekmek yiyerek karnını doyurmasını öğütlerken; şim­dilerde market yoğurtlarının da yanına yaklaşmaması gerektiğini tembihliyorum. Bu sebeplerden oğlumuz 2 yıldır okul yemekhanesini çok nadir istisnalar dışında kullanmamaktadır. Sağlıklı tarım ürünü olup olmadığını bilmediğimiz meyve, sebze ve tahılların; yazılıp çizilen tüm tehli­kelere rağmen okul yemeği mönümüzden halen ısrarla çıkarılmayan, bakteri ve zehir saçan tavuk ile dana etlerinin, nebati yağların, kızartmaların, sentetik mayalı yoğurtların kullanıldığı yemekhaneyi, önünüzdeki yıllarda da kullanmasını bir anne ve bir baba olarak uygun görmüyor, onaylamıyoruz. Yukarıda ayrıntıları ile belirttiğim tüm bu haklı sebeplerle, 2014–2015 eğitim yılından itibaren, okul ye­meği ücretinden muaf olmayı talep ediyoruz.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Soğan nasıl doğranır? En kolay soğan doğrama tekniği

Soğan

1) Başını kesin.
2) Ters çevirin ve bir süre bekletin.
3) Tam ortadan ikiye kesin.
4) Kabuğu soyun.
5) Soğanı doğrarken elinizi yatay şekilde soğanın üstüne koyun.
6) Yatay şekilde kesin ve mümkün olduğu kadar eşit yükseklikte kesmeye çalışın.
7) Köküne gelmeyecek şekilde dikey şekilde kesin.
8) En son olarak doğrayın.
Bu işlem esnasında ağlamayana tebrikler...

10 Temmuz 2014 Perşembe

Slow Food

Tek tip ve endüstriyel gıdalarla beslenme modeli olan Fast Food’a karşı 1980′li yılların sonunda başlayan Slow-Food hareketinin özü başlıktaki sihirli sözcüklerden oluşuyor. İyi, temiz ve adil gıda. İtalya’da Carlo Petrini’nin başlattığı hareket hızla dünyaya yayıldı. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, 7.2 milyar insandan yaklaşık 1 milyarı aç yaşarken, diğer tarafta çok yemek yiyenlerin oluşturduğu ciddi boyutlarda obezite sorunu var. Çok yiyenlerin kilo vermek için büyük paralar harcadığını, gıdaların çok önemli bir bölümünün çöpe gittiğini düşünürseniz iyi, temiz ve adil gıdanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılıyor. Böylesine acımasız ve insanlık için utanç verici tablo karşısında tarıma ve gıdaya, üretici ile tüketici ilişkisine bakış büyük önem kazanıyor. Hırvatistan’ın Dubrovnik kentinde 19-22 Haziran’da yapılan Slow Food Terra Madre Balkanlar Toplantısı’nda tarıma ve gıdaya farklı bakışın tanığı olduk. Nedir o farklı bakış? Slow Food’un kurucusu Carlo Petrini’nin konuşmasından bu bakış açısını şöyle özetleyebiliriz:Carlo Petrini
  1. İçinde bulunduğumuz gıda sistemi suçlu ve kriminal bir sistemdir. Çünkü insanların değil, şirketlerin yararını düşünür.
  2. Binlerce yıllık köy yaşamını, sadece 300 yıllık bir geçmişi olan endüstriyel tarım anlayışı ile değiştirmek istiyorlar. Bize yıllarca kapitalist ekonomi sisteminin köylere yerleştirmenin geleceğimizi kurtaracağı söylendi. Oysa bu sistemle dünyada toprak verimliliği hızla kayboluyor. Sürekli daha çok kimyasal kullanılmasını teşvik eden sistem, toprakları kimyasallara bağımlı hale getirdi. Gençliğin görevi toprağın biyolojik yaşamını iade etmek olmalı.
  3. Avrupa’da bitkisel üretimin, biyolojik üretimin yüzde 30′u süpermarket “estetiğine” uymadığı için komposta, çöpe gidiyor. Bu faşist bir yaklaşım. Yalnızca güzel insanların yaşama izni olduğunu düşünün. Bu nedenle bu gıda sistemi kriminaldir ve mutlaka değişmelidir.
  4. Hayvancılıkta da durum farklı değil. Çiftçi litresi 30 sente süt satıyor. Bu sütün tüm yağı alınıyor ve güçsüz süt kartona konularak 1 euroya satılıyor. Vitamin isterseniz o zaman omega3 eklenip kutuya konulan sütü1.2 euroya satın almak zorundasınız. Daha önce günde 12 litre süt veren ineklerin sütünden peynir yapılıyordu. Bugün 12 litre süt veren inekten litresi 30 sente satarsanız nasıl para kazanacaksınız? Hesap belli. Hollanda ineği şart oldu. Çünkü günde 40 litre süt veriyor. Günde 12 litre süt alan nasıl yaşayacak? Bunun için bu kriminal sistemde neleri kaybettiğimizi görmeliyiz.
  5. Bugünkü kapitalist sistemde gıda ve tarım sistemi, çevre ekonomisi değil, kaos ve yok etme ekonomisi üzerine kurulu. Bu sistemin geleceği yok. Bizim geleceğimiz biyoçeşitlilikte. Nereden olursanız olun, nerede yaşıyorsanız yaşayın, mutlaka geleneksel yerel tohumlara, risk altındaki türlere sahip çıkın. Biyoçeşitlilik biterse insanlar için yaşam biter. Artık bir tek hayvan türü veya bir tek tohum çeşidini, bitki türünü, kaybetme lüksümüz yok. Teknolojiyi yadsımadan ondan yararlanarak biyoçeşitliliği, kültürel mirası, geleneksel üretimi ve yerinde üretimi, aile çiftçiliğini korumak ve yaşatmak zorundayız.
  6. Slow Food hareketi bir parti değil, bir siyasi akım değil. Ama politikacıları eğitmemiz onları dünyanın değerlerine sahip çıkmaları için bilgilendirmemiz gerekiyor. Bunun için iletişim kanallarını çok iyi kullanmalıyız. Çünkü biz farklı bir şey öneriyoruz. Gıda konusunda iyi bir sistem olmasını istiyoruz.
  7. Biz geleneksel tarımı, yerel üretimi neden istiyoruz? Tohumların, hayvan türlerinin ve genel olarak biyoçeşitliliği neden korumak istiyoruz? Bu ürünleri müzede sergilemek için değil. Biz gerçek ekonomi istiyoruz. Gerçek ekonomide üreticinin, köylünün para kazanması gerekir. Sürdürülebilirlik budur. Bir kolaya ne kadar ödüyorsunuz, bir üreticinin ürününe ne ödüyorsunuz bunu hiç düşündünüz mü? Kolanın fiyatı patatesten 40 kat daha pahalı.
  8. Gıda sağlığı, gıda güvenliği kavramları önemini kaybetti. Bunu yeniden sağlamamız gerekiyor. Bunun için gıdaların gerçek değerinin ne olduğunu, gıdayı üreten insanların emeğini, geleneklerini, kültürü ve tarihi iyi anlatmamız gerekiyor. Bir ürünün gerçek değeri verilirse üretim sürer. Biz hiper hijyenik şartlardan korkmuyoruz. Geleneksel ürünler binlerce yıldır üretiliyor. Bunun getirdiği büyük bir avantaj var. Yeter ki bunu anlatalım ve tüketiciler bunun farkını görsün. O zaman bu kriminal sistemi değiştirmek, politikacıları çiftçinin yanına çekmek çok daha kolay olacaktır.
  9. Tüketicinin bilinçli davranması ve gıdasına sahip çıkması çok önemli. Dubrovnik’teyiz. Turist akını var. Gelenlerin yerel ürünlerle, burada binlerce yıldır süre gelen geleneksel gıdalarla ilgisi yok. Hemen hepsi sadece süt tozundan yapılmış dondurmayı tüketiyor. Biz böyle turizm istemiyoruz. Turist gittiği yerin geleneksel tatlarını, ürünlerini tüketebilmeli.
Görüşlerine katılırsınız, katılmazsınız. Carlo Petrini liderliğindeki Slow Food hareketi dünyada tek tip beslenme modeline karşı yerel tatları, geleneksel ürünleri yaşatmaya çalışıyor. Amaçları çok basit ama çok önemli, dünyada aç insan kalmasın, üretici ürettiğinin karşılığını alsın. Toprağa, çevreye zarar verilmesin. İyi, temiz ve adil gıda sistemi için, geleceğimiz için biyoçeşitlilik korunsun. Gelecek kuşaklar da dünyanın zenginliğinden yararlansın. (Ali Ekber Yıldırım)

12 Haziran 2014 Perşembe

Dünyanın En Pahalı 7 Yiyeceği


Beluga havyarı

Beluga Mersin Balığı, soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir balıktır ve bu balıktan elde edilen havyar, bulunabilen en büyük havyar çeşididir. Kilosu 10,000$’a kadar çıkabilmektedir. Rengi, koyu gri ile beyaz arasındadır ve beyaz olanı son derece nadir bulunduğu için en pahalı olanıdır.

Chocopologie

Danimarkalı Fritz Knipschildt tarafından yaratılan Le Madeline au Truffle isimli çikolata çeşidi kilosu 4,000$’dan satılmaktadır ve raf ömrü 1 haftadır. Bu çikolatadan tatmak isterseniz önceden sipariş etmenizi öneririz!

Kopi Luwak kahvesi

Kilosu 1,200$ olan bu kahve, önceden sindirilmiş bir kahvedir ve Asya misk kedisinin dışkısından alınmaktadır. Bu değişik kahve türü dünyanın en iyi kahvesi olarak bilinmektedir.

Beyaz trüf mantarı

Yetişmesi son derece zor olan bu mantar türünün kilosu 15,000$’dır. Hatta kimi zamanlar 30,000 $’dan fazla eden parçaları da bulunmaktadır. İtalya’da yetişen bu mantar türü genellikle, sadece, en iyi şefler tarafından kullanılmaktadır.

Wagyu eti

Bu et, sadece bu eti elde etmek için üretilmiş özel bir tür inekten elde edilmektedir ve ilk Japonya’da yetiştirilmeye başlanmıştır. Şu sıralar ise en çok Wagyu etine Avusturalya’da rastlanmaktadır. Wagyu etinin yağı özeldir ve bu sayede daha sulu ve lezzetlidir. Kilosu 1,000 $’dan satılmaktadır.

Safran

Dünyanın en pahalı baharatı olan safran genellikle Yunan ve Asya mutfaklarında tercih edilir. Satın alabileceğiniz pek çok farklı kalitede safran vardır ama gerçeğini istiyorsanız kilosunun 11,000 $’dan satıldığını bilmelisiniz.

Matsutake mantarı

Kilosu 2,000 $’dan satılan bu mantar türü İsveç, Amerika, Kanada, Japonya, Çin ve Finlandiya’da yetişmektedir. 

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Paylaşıyorum O Halde Varım

İşyerinde her günü aynı geçerdi. İşteyken öğlen arası ve çıkış saati dışında hiç bir şey düşünemezdi. Yine böyle bir günün sabahında “öğlen olsa da yemeğe çıksak” diye düşünmekteydi.. Öyle böyle derken öğleni ediverdi. Koşar adımlarla yemeğe çıktı ve birkaç dakika geçmeden koşar adımlarla dönüp telefonunu aldı. 
 
Sanki telefonu olmasaydı aç kalacakmış gibi “Aman Allah’ım telefonumu almadan yemeğe çıkmışım” diye söylendi. 
 
Yemek yiyecekleri mekanda siparişini verdikten sonra beklemeye koyuldu. Yanında arkadaşları olmasına rağmen yemeğini beklerken arkadaşlarıyla değil telefonuyla ilgilendi. Telefonuna bakarken kendi kendine gülümsüyor, değişik değişik mimikler yapıyordu.
 
Bir tek kendisi değil restauranttaki hemen herkes aynı şeyleri yapıyordu. Neredeyse kimse kimseyle konuşmuyor, sadece elindeki telefonuyla ilgileniyordu.
 
Yemekler sofraya geldiğinde sanki bir assolist sahneye çıkmışçasına bir anda flaşlar patlamaya başladı. Herkes önüne konan yemeği değişik açılardan fotoğraflamaya başladı. “Üf be şuna bak, dur hemen feyse atayım şunu” gibi sözler herkesin ağzından dökülmeye başladı. 
 
Herkes sosyal olma telaşındaydı. “Bakın ben de güzel yemekler yiyorum, ben de sosyalim, işte bu da kanıtı” der gibi çektikleri fotoğrafları sosyal medyadan paylaşıyorlardı. 
 
Paylaşmak fiili sosyal medya yüzünden değişik bir hal almıştı. Önceden paylaşmak deyince,“elindekini paylaşmak, bölüşmek” anlaşılırken, şimdilerde facebookta paylaşmak olarak anlaşılır olmuştu.. 
 
Yemektekiler için yenilen yemeğin tadı, tuzu, acısı hiç önemli değildi. Fotoğrafta güzel çıksın ve onlarca beğeni alsın onlar için yeterliydi. Hele ki bir de “paylaşım” alırsa değmeyin keyiflerine. 
 
Bu yemeği görüp yutkunacak, bu yemeği görüp yiyemeyecek olanların onlar için bir önemi yoktu. Tek düşündükleri alacakları beğeniler, yorumlar ve paylaşımlardı. 
 
Oysa anamız, babamız böyle miydi? Onlar yaptıkları gıda alışverişlerini bile kolu komşu görmesin diye kase kağıdına saran kişilerdi. O zamanlarda lokantaların masaları şimdiki gibi sokaklara taşmamıştı. O zamanlar lokantaların vitrinlerinde perde olurdu. Böylece lokantada yemek yiyemeyenlerin canı çekmezdi. Böyle mevzular bu kadar ince düşünülürdü.
 
Onlar evinde pişirdikleri yemek kolu komşuya kokmuştur diye bir tencere fazla yapıp komşusuna da ikramda bulunan, onlarla paylaşan kişilerdi. O zamanlar; paylaşmanın sadece “bölüşmek, elinde olandan vermek” olduğu zamanlardı.
 
Onlar yemekten önce fotoğraf değil besmele çeken kişilerdi. O zamanlar sosyalleşmenin sanal ortamlarla değil, paylaşarak, bölüşerek yapıldığı zamanlardı. 
 
Eskiden fotoğraflar da çok kıymetliydi. Öyle her şeyin fotoğrafı çekilmezdi. Pozlar sayılıydı. Ki o zamanlar bir yemeğin fotoğrafını çekip albümüne koyan kimse de çıkmadı. Öyle biri çıksaydı, o kişi için iyi şeyler söylenmezdi. Muhtemelen aralarında şöyle bir diyalog geçerdi.
 
“Aaa bak bu da yediğimiz yemeğin fotoğrafı”
 
“Manyak mı ne, gitmiş de yemeğin fotoğrafını çekmiş”
 
Oysa şimdi ki muhabbetler şöyle gelişiyor : 
 
“İşte öğlen yemeğim. İtalyan usulu Risotto Alla Pescatore. (Öyle karnıyarık, kuru fasulye, çorba, makarna yiyen de yok. Böyle alengirli bir ismi olacak yediğin yemeğin.)
 
“ Vaay risotto alla pescatore he. Daha dün yedim ondan. (Karşı taraf da hiç aşağıda kalır mı, yemeğin ismini duymamış olsa da, yemişim demeli ki ona da beğeni gelsin.) 
 
Paylaşılan yemek fotoğraflarıyla söylenmek istenen şunlar mı acaba ?
 
“Benim yediğim yemek daha güzel, daha pahalı, daha süslü, daha asortik.” 
“Ben de geziyorum, ben de sosyalim”
“Ne kadar paylaşırsam o kadar sosyalim”. 
“Paylaşıyorum o halde varım” .
 
Ne yediğimizi kimse bilmesin diyen bir nesil, ne oldu da yediğimi herkes görsün, bilsin diyen bir nesle dönüştü? Lokmasını paylaşan bir nesil, ne oldu da lokmasının fotoğrafını paylaşan bir nesle dönüştü?
 
Fotoğrafların değil, lokmaların paylaşıldığı günlere geri dönmek dileğiyle.