Günün Sözü
Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.
dunya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dunya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Ekim 2014 Salı
30 Temmuz 2014 Çarşamba
"İstemez misin ya Ömer, dünya onların, ahiret bizim olsun" Instagram gencligine
İnstagram gençliğine...
Hayatımıza yeni yeni giren birçok şeyden biri de "İnstagram" kendim kullanmadığım için hakkında bir şeyler bilmiyorum demek isterdim ama öyle popüler bir şey ki, kendim kullanmadığım halde hakkında birçok şey biliyorum.
İnstagram, Kevin Systrom ve Mike Krieger tarafından akıllı telefonlar için oluşturulmuş bir uygulama, bu uygulama dahilinde kendi çektiğiniz fotoğrafları isterseniz üzerinde oynayarak paylaşıyorsunuz, takipçileriniz oluyor, siz birilerini takip ediyorsunuz vs. vs.
Ramazan ayının başında bir yere davetliyim, bir grup genç arkadaşla sakin bir bahçede sohbet ediyoruz, bir ihtiyaç için aramızdan bir ufaklığı markete gönderdik, kısa bir süre sonra arkadaşlardan biri şöyle dedi: ".... İnstagram'da ...... olduğu fotoğrafını paylaşmış." Ama bizim ufaklık orada değil, markete gitti, gülüştük...
İnstagram'da benim gördüğüm kadarıyla gel geç kısa biz Gazze gündemi dışında paylaşılan fotoğraflar genellikle mutluluk ve estetik -ki estetik izafidir- üzerine kurgulanmış. Arkadaşlarla bir yemek masasında, falanca yerde tatilde, filanca marka çantasıyla... İnsanlarda bir "mutluyum ve eksiksizim" havası mevcut, bu mevcudiyetin önemli hususu ise bunun yaşıyor olmanın kişiye yetmemesi, yaşadığını gerçek yahut sahte bir şekilde ifşa etme merakı, demek artık insan kendine yetmiyor!
Sevdiğim bir öğrenci arkadaşım, kendisi de İnstagram kullanıcısı, ancak kendine bir ölçü koymuş, bol yemekli, şık masaların fotoğraflarını paylaşmıyor, çok tutkun bir kullanıcı da değil ama onun da tutkunu olduğu bir şey var; dekorasyon. Kendisinden telefonunu aldım ve inceledim, özellikle İsveçli katılımcıların İnstagram hesabında bolca dekorasyon fotoğrafı var. Dekorasyon derken çoğunluğu IKEA gibi İsveç menşeili bir markanın ürünlerinin olduğu fotoğraflar, ama ne fotoğraflar, ne evler... Çiçekler, çimler, havuzlar, sarışın güzeller güzeli çocuklar ve onların çocuk odaları, birkaç katlı; en az 300 metrekare evler, kelimeler kifayetsiz; huzurun fotoğrafı! Acaba?
Özellikle soft renklerin seçildiği, insana dinginlik veren, baktıkça sizi rahatlatan, çocukların hep gülümsediği, şık ve temiz evler... Ev mahremdir insana, ev sığınaktır, koltuğu da mühimdir huzuru da... Bu fotoğraflarda da paylaşılan her ne kadar ideal yaşam ve huzur gibi görünse de paylaşılan bir şey yok pazarlanan çok şey var, bu fotoğraflar aynı zamanda tüketime yönelişi arttıran fotoğraflar. İnceleme amaçlı baktıktan sonra kendi bahçem ve evim bana inanın kötü ve eksik görünmeye başladı, çok daha safiyane bir gözle her gün bakanların halini siz düşünün!
"The Joneses" [2009], Türkçe'ye "Örnek Aile" olarak çevrilmiş, klasik bir ABD yapımı film. Filmin başında bir şey anlamıyoruz, ideal bir Amerikan ailesi portresi sunuluyor, büyük ve şık bir ev, yakışıklı baba, çekici bir anne, pırıl pırıl çocuklar... İlerleyen dakikalarda ise şunu öğreniyoruz: Aslında ortada bir aile yok, dört kişilik bu aile bir şirketin elemanları, aile rolü yapıyorlar, her dönem ayrı bir muhite taşınıyorlar, taşındıkları muhitteki aileler ile dost oluyorlar, onları pahalı mobilyalar, lüks arabalar, mücevherler almaları konusunda etkiliyorlar. Bu sayede çalıştıkları yerden alacakları maaş yükseliyor. Kim tüketimi en çok arttırırsa onun da şirketteki puanı artıyor.
Hayatın içerisinde dikkat etmedikçe fark etmiyoruz ama bir takım şeyler bize alenen dikte edilmese de farklı yöntemler ile sunuluyor, farkında olmaksızın onları ediniyoruz. Öyle sessizler ki fark etmiyoruz, ayak sesleri duyulmuyor ama farkında olmadan o hale bürünüyoruz.
Yanlış anlaşılmasın burada bir klişe kapitalizm eleştirisi yapmıyorum yahut İlluminati göndermeleri de, derdim tükettiren ve tüketenler değil derdim tükettirenlere rağmen tüketemeyenler... Paylaşılan fotoğraflardaki kadar mutlu olmayabilirsiniz, o kadar çok arkadaşınız olmayabilir, öyle şık bir eviniz olmayabilir, çocuğunuz olmayabilir, sizi çok seven bir eşe sahip olmayabilirsiniz, statünüz çok yüksek olmayabilir… gördükleriniz sizi üzebilir, onlara sahip olmadığınız için üzülebilir yahut sahte bir fotoğraf dünyası ile kendinizi kandırma pahasına orada mış gibi yapabilirsiniz, son tahlilde eksik olduğunuzu hissedebilirsiniz. Hissetmeyin, lüzumuz yok, niye mi?
Hz. Ömer bir gün, Efendimiz yanında ağlar, Rasulullah (SAV) niçin ağladığını sorunca: "Ya Rasulullah! Dünya kralları, Kisralar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok.. yatağın hasır.. ve teninde yattığın zeminin izleri.. Allah Rasulü, şu cevabı verir:'İstemez misin ya Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun!
İstemez misiniz dünya onların olsun, ahiret sizin? Dünyalık üzülmeye değecek şey değil, bunaldığın an olursa şifa başlıktaki o cümlede...
Vesile ile; 'üç hurma ile iftar eden' Rasulullah (SAV)'in ümmetinin bayramı mübarek olsun.
Cemile Bayraktar
15 Temmuz 2014 Salı
Dünya Kardeşlik Birliği, Mevlana Yüce Vakfı
Uzaylılardan vahiy alarak, Kuran-ı Kerim dahil üç büyük kutsal kitabın yerine geçecek “Bilgi Kitabı “adlı din kitabı yazdığını iddia eden “Dünya Kardeşlik Birliği, Mevlana Yüce Vakfı ” adlı kuruluşa yargıdan tokat geldi. Gazeteci Hulki Cevizoğlu, bu vakıfla ilgili gerçekleri masaya yatıran bir program yapmıştı.
Başkanlığını 82 yaşındaki vedia bülent önsü çorak adlı kadının yaptığı sözkonusu vakıf ile bu vakfın yayınladığı bilim dışı ve kutsal dinlere hakaret eden, “Kur’an’ı Kerim dahil tüm kutsal kitapların döneminin kapandığını” ileri süren “Bilgi Kitabı” adlı kitap; Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programında masaya yatırılmıştı.
Diyanet işleri başkanlığı ve ilahiyat fakültelerince kurulan bilim heyetleri, bu kuruluşun kitabını “islam ve bilim dışı” olarak tanımlamış, bilgi kitabının “ülkede din ve mezhep kavgaları yaratabilecek; dinî ve milli birlik ve bütünlüğümüzü bozabilecek nitelikler taşıdığını” resmi raporları ile kamuoyuna açıklamışlardı.
“Mevlana’nın ruhunu taşıdığı” ileri sürülen vakıf başkanı Vedia Bülent Önsü Çorak ve “Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı” olarak anılan kuruluş, basında deşifre olmaları üzerine Ceviz Kabuğu programı ve Hulki Cevizoğlu’na 455 milyarlık tazminat davası açmıştı. Dava, dün sonuçlandı ve kadıköy 4. Asliye hukuk mahkemesi davayı reddetti.
Dünya Kardeşlik Birliği tarikatı; çıkarmış oldukları bilgi kitabının kutsal kitapların yerine geldiğini ve Kur’an-ı Kerim dahil diğer kitapların hiçbir hükmünün kalmadığını, bilgi kitabının direkt Allah’ın kitabı olduğunu kitaplarının uzaydan indirildiğini fakat uzaydaki irtibatlarının bugünkü ortamda konuşulmasının birçok sakıncası olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’in hükmünün 2000 yılında sona erdiğini iddia ediyordu. Kıble’nin mekke değil liderleri olan Bülent Çorak’ın evinin bulunduğu bölge olduğunu ileri süren kuruluş, “Atatürkçü” olduklarını ileri sürerek taraftar topluyor ama bilgi kitabında ve fasiküllerinde Atatürk’ün uzaylı olduğunu yazarak, ulu önderin manevi kişiliğine ve eserlerine hakaret ediyordu.
(2003)
14 Temmuz 2014 Pazartesi
Sıkıntılar gelir ve gider.. Önemli olan gönderenin hatırına misafire sabretmektir..
Allah dileklerimizi her zaman kendi uygun gördüğü vakit yerine getirir,o yüzden kuşkulanmadan veya şikayet etmeden O'na inanmaya ve sığınmaya devam edin.
Bugün diken ise yarın çiçek oluverir.
Allah,seçimi kendisine bırakanlara,tevekkül eden kullarına en iyisini verir...
Bugün diken ise yarın çiçek oluverir.
Allah,seçimi kendisine bırakanlara,tevekkül eden kullarına en iyisini verir...
30 Haziran 2014 Pazartesi
26 Haziran 2014 Perşembe
Tatil Anlayışımız ve Tatilin “Tatil”i
Eskiler uzun boylu tatile ihtiyaç duymazdı. Çünkü hayat sade, işler sakin, ruhlar dingin, kalpler rahat, vücut da dinçti. İnsanların ayrıca “boş” geçirecekleri öyle haftaları, ayları da pek bulunmazdı.
Geçtiğimiz ay gazetelerde, “Sağlıklı bir vücut için en az bir ay tatil yapmalı” biçiminde bir haber çıktı. Yani elini sıcaktan soğuğa sokmadan, bir ay boyunca gezerek tozarak, yürüyerek yüzerek, bir yerde “yan gelip yatarak” geçirmek.
Bizim zamanımızdaki ilk okuma kitabında, “Uyu, uyu, yat uyu!” ninnisine benzer bir yaklaşım sergileniyor: “Ye, iç, yat!” Bunun adına da tatil deniyor. Yani sizin anlayacağınız, “dişe dokunur” herhangi bir iş yapmadan bir ay süreyle boş boş, avare bir şekilde “zaman öldürme” eylemi.
Hatta kitap bile okumayacaksın. Çünkü kitap okursan başın ağrır, gözün yorulur, beynin sulanır. “Kafa dinlemek” için ne okuma, ne yazma, hatta ne düşünme, ne fikir üretme; açıkçası, “katıksız” ve net bir tatil yapmak.
Bir de nerede kalabalık varsa, nerede deniz varsa, insanlar hangi tatil bölgesine akın ediyorlarsa direksiyonu oraya kırmak, orada mekan tutmak, orada gününü gün etmek…
Oteller, moteller, sahiller, tatil köyleri ve çoğu yazlıklar insanın bu istek ve arzusunu karşılamak için kurulmuşlar. İsraf ve harcamalar için de her şey planlanmıştır.
Giderken uzun ve stresli bir yolculuk, gelirken aynı şekilde yorgun ve bitkin bir seyahat. Bunun için tatil dönüşü, dinleneceği yerde “kambur kambur üstüne” koymuştur. Bir de canını sıkan olaylar, moralini bozan görüntüler ve derdine dert katan tatsız sürprizler de eklenince tatil dinlenmeden çıkmış, atalet haline gelmiştir insan için. Tatile çıkacağına da, çıktığına da bin pişman olmuştur.
Giderken uzun ve stresli bir yolculuk, gelirken aynı şekilde yorgun ve bitkin bir seyahat. Bunun için tatil dönüşü, dinleneceği yerde “kambur kambur üstüne” koymuştur. Bir de canını sıkan olaylar, moralini bozan görüntüler ve derdine dert katan tatsız sürprizler de eklenince tatil dinlenmeden çıkmış, atalet haline gelmiştir insan için. Tatile çıkacağına da, çıktığına da bin pişman olmuştur.
Tatil “hayat tarzı”na dönüştü
Altmışlı, yetmişli yıllarda bu şekildeki tatil anlayışı pek bilinmezdi. Kısmen şimdilerde de olduğu gibi, sadece Adana, Mersin, Antalya ve Muğla gibi yerlerde yaylaya çıkılır, yaz boyu orada geçirilirdi. Günümüzde ise yaz tatili ayrı, kış tatili ayrı, yurt dışı ayrı, okyanus aşırı tatiller ayrı oldu. Böylece tatil anlayışı bir “hayat tarzı”na dönüştü, bir felsefe haline geldi. Bir yıl öncesinden planlanır, programlanır, gündeme alınır bir şekle büründü.
Eski insanlar “vakt-i zamanında” nasıl tatil yapardı? Öğrenmek için öyle uzaklara gitmeye gerek yok; şayet hayatta iseler dedelerimize, babalarımıza sorsak bile öğrenmemiz mümkün.
Bilebildiğim kadarıyla eskiler böyle uzun boylu tatile ihtiyaç duymazdı. Çünkü hayat sade, işler sakin, ruhlar dingin, kalpler rahat, vücut da dinçti. İnsanların ayrıca “boş” geçirecekleri öyle haftaları, ayları da pek bulunmazdı.
Hem zaten insanın hayatında bir ay gibi koca bir zaman nasıl olur da boşa harcanabilirdi? Çiftçiyse bağında bostanında, tarlasında arazisinde; esnafsa işinde gücünde, ticaretinde kârında idi. Bir de şimdiki gibi “emekliler ordusu” da yoktu.
“Boş zaman” mefhumu eski kültürümüzde bilinmezdi; eski kültürümüzde derken İslâmi yaşantımızda… Çünkü saniyesine varıncaya kadar “zaman” kutsal bir değerdi. Öyle “haybeye” harcanacak bir kavram hiç değildi. Zaten tembel olan her devirde tembeldi. Onun için bir iş yapmamak, “iş” sayılırdı.
Çalışarak dinlenmek, iş değişikliğiyle istirahat etmek
Kur’ân’ın işaretiyle Cenab-ı Hak yüzyıl anlamında “Asr”a, tan yeri ve sabah anlamında “Fecr”e, birer zaman makinesi olan “Şems/Güneş”e ve “Kamer/Ay”a ve bunların ördüğü “leyl/gece”ye ve “nehar/gündüz”e yemin ederek, zamanın çok büyük bir nimet olduğunu hatırlatıyor, zamanı yerinde kullanmaya davet ediyor, vaktin nakit değerinde olduğunu bildiriyor. Vakitle nakit alabilirsiniz ama, nakitle hiçbir zaman vakit alamazsınız.
Hatta öyle ki, Kur’ân, bir işin peşinden bir başka iş yapmaya teşvik ediyor. İnşirah Suresindeki “Bir işi bitirince bir başkasına giriş” ifadesi, çalışarak dinlenmeyi, iş değişikliği yaparak istirahat etmeyi öğretiyor. Çünkü “Fıtratı müteheyyiç olan bir insanın rahatı sa’y ve cidaldedir.” Yani, yaratılışı gereği heyecanlı, hareketli ve yerinde duramayan bir insan ancak çalışarak, didinerek ve hayata karşı dinç kalarak rahat eder.
Cuma Suresinde ise, Cuma namazı için çağrıldığında işi gücü bırakılarak Allah’ın zikrine koşmamız emredilir. Fakat namaz biter bitmez de yeryüzüne dağılıp Allah’ın fazl u kereminden rızık temin etmeye yönlendirilir.
Ramazan ve Kurban Bayramları gibi dini tatil günlerinde ise bayramlaşma ve kurban ibadetleri eda edilir ki, boş gibi görünen bu zaman dilimleri bile en iyi ve en ideal biçimde değerlendirmeye tabi tutulur.
Gezi ve seyahatler gayesiz ve anlamsız olmamalı
Bunların yanında, insan yıl boyu hep ciddi, hep ağır ve hayati meselelerle ve konularla mı meşgul olmalı? Dinlenmeye ve eğlenceye hiç ihtiyacı yok mudur? Mutlaka vardır. İnsan kurulu makine değildir ki düğmesine basınca 24 saat durmadan çalışsın.
Kur’ân, gecenin insan için bir örtü, uykunun da bir dinlenme vasıtası olarak ihsan edildiğini bildirir. Sadece gece değil, öğle sonrası gibi gündüzün bir bölümü de “kaylule” adıyla ayrıca dinlenmek için bir uyku saatidir. Bundan dolayı günün üçte biri böyle bir istirahat maksadıyla kullanılır.
Bedenin dinlenmeye ihtiyacı olduğu gibi, duyguların ağırlık merkezi olan kalbin de rahata ve dinlenmeye ihtiyacı vardır. Bu konuda Hazret-i Ali Efendimiz, “Kalplerinizi dinlendirin. Onlar da tıpkı bedenleriniz gibi yorulurlar” diyerek sıkıntıya ve strese karşı kalb istirahatını tavsiye eder.

“De ki: Yeryüzünde gezin de, Allah’ın mahlukatı ilk önce nasıl yarattığını görün.” (Ankebût, 29:20)
“De ki: Yeryüzünde gezin de, daha öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bir bakın. Onların çoğu Allah’a ortak koşanlardı.”
Bütün bunlarla birlikte, pratikte yapılması gereken şey, tatili anlamak için biraz “tatil”i tatil ederek ataletten betaletten kurtulmak ve tatil fırsatını bir ganimet ve nimet olarak bilip kâra geçmektir.
Bütün bunlarla birlikte, pratikte yapılması gereken şey, tatili anlamak için biraz “tatil”i tatil ederek ataletten betaletten kurtulmak ve tatil fırsatını bir ganimet ve nimet olarak bilip kâra geçmektir.
Mehmed Paksu
Moral Dergisi
Moral Dergisi
ODTÜ'lü profesöre Allah'ın varlığını kanıtlamak
Bir arkadaşım ODTÜ felsefe bölümünde okurken bir dönem Bilim Felsefesi dersini alıyor. Dersin hocası da, konusunda Türkiye çapında bir kişi. Ancak ateist... Daha ilk dersinde
“- Arkadaşlar” diyor, “Allah’ın varlığı bir varsayımdan ibarettir, aslında böyle bir şey yoktur, ama Müslümanlar, işlerine geldiği için Allah’a inanmış, sonra da bütün düşüncelerini bu varsayım üzerine bina etmişler. Aslında bu, sadece bir kabulden ibarettir” diyor
Bizim arkadaş hemen itiraz ediyor ve “Hocam..” diyor, “Sizin dediğiniz gibi değil. Biz Müslümanlar akıl ve mantıkla iman ediyoruz. Ve Allah’ın varlığını, birliğini, aklen, mantıken de ispata hazırız.”
Dersin hocası “Hele bir ispat et bakalım, nasıl ispat edeceksin?” diyor.
Bunun üzerine arkadaşım anlatmaya başlıyor:
-“Bir harf katipsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz, bir köy muhtarsız olmaz, değil mi efendim?”
“-Eveeet?”
“-Öyle ise, bir harf bile kâtipsiz olmuyor da, nasıl şu muhteşem kainat kitabının katibi, yazarı olmaz? Bir iğne bile ustasız olmuyor da, nasıl şu mükemmel kainat fabrikasının mükemmel bir ustası olmaz? Bir köy muhtarsız olmuyor da, nasıl olur şu koca kainat şehrinin bir yüce idarecisi olmaz? O yaratıcıyı tanımanın yolu da çok basit: Mesela bir mektup, dikkatli bir okuyucu için, onu yazanı tarif eder. Mektubun yazarını görmesek de kişiliğini, isteklerini, ruh halini, ilgi alanlarını, mesleğini, mevkiini ve bunun gibi daha neleri mektubundan anlayabiliriz. Tabii okumayı biliyorsak, değil mi hocam? Aynen öyle de; bu kainat, Allah’ın bize kendisini tanıttırmak için yazdığı mektuplarla doludur. Her bir ağaç, bulut, çiçek, hayvan; yani gördüğümüz her şey bize yaratıcısını tarif ediyor. Okumasını bilirsek tabii”
Dersin hocası “Hele bir ispat et bakalım, nasıl ispat edeceksin?” diyor.
Bunun üzerine arkadaşım anlatmaya başlıyor:
-“Bir harf katipsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz, bir köy muhtarsız olmaz, değil mi efendim?”
“-Eveeet?”
“-Öyle ise, bir harf bile kâtipsiz olmuyor da, nasıl şu muhteşem kainat kitabının katibi, yazarı olmaz? Bir iğne bile ustasız olmuyor da, nasıl şu mükemmel kainat fabrikasının mükemmel bir ustası olmaz? Bir köy muhtarsız olmuyor da, nasıl olur şu koca kainat şehrinin bir yüce idarecisi olmaz? O yaratıcıyı tanımanın yolu da çok basit: Mesela bir mektup, dikkatli bir okuyucu için, onu yazanı tarif eder. Mektubun yazarını görmesek de kişiliğini, isteklerini, ruh halini, ilgi alanlarını, mesleğini, mevkiini ve bunun gibi daha neleri mektubundan anlayabiliriz. Tabii okumayı biliyorsak, değil mi hocam? Aynen öyle de; bu kainat, Allah’ın bize kendisini tanıttırmak için yazdığı mektuplarla doludur. Her bir ağaç, bulut, çiçek, hayvan; yani gördüğümüz her şey bize yaratıcısını tarif ediyor. Okumasını bilirsek tabii”
Dersin hocası, beklemediği bu izah karşısında şaşırıyor. Sonra da:
“- Ama bu yaptığınız bilimsel bir izah değil,” diyor.
Arkadaşım ise, karşı soru ile konuyu açmaya devam ediyor:
“- Hocam, siz atomun varlığına inanıyor musunuz?”
“- Evet.”
“- Peki deliliniz nedir? Atomu gördünüz mü veya gören var mı?”
“- Tabii ki atomu gören yok, zaten biz atomun varlığını direkt değil, endirekt yoldan biliyoruz. Mesela Rutherford altın plakaya çarpıp geçen alfa taneciklerinin fotoğraf plağındaki izlerine bakarak atomun çekirdekli bir yapıda olduğunu anlamıştır. Yani bu örnekte olduğu gibi, atomu oluşturan parçacıkların tesirlerinden hareketle, atomun varlığını ve yapısını anlıyoruz. Bu tarz ispata da, çıkarım (inference) yolu diyoruz.”
Bilim felsefesi dersi hocasının bu açıklaması üzerine arkadaşım: “Bu açıklamalarınız için teşekkür ederim hocam. Demek ki az önce Allah’ın varlığını ispat için anlattığım delil de, atomu ispatı için kullanılan delil gibi, çıkarım yolu ile ispat oluyormuş ve bilimsel bir ispatmış” diyor.
Dersin hocası şaşırıyor; “Yani bunlar aynı şey mi?”
“- Tabii ki, aynı şey hocam. Neresi farklı ise, siz söyleyin. Siz ‘Altın plakadan geçen alfa taneciklerinin fotoğraf plağındaki etki ve izlerinden atomun çekirdekli bir yapıda olduğu ispat edilebilir.’ dediniz; ben de, kâinattaki varlıklardan, onlarda görülen özellik ve faaliyetlerden Allah’ı tanıyabilir ve ispat edebiliriz, dedim.“
“- Yani aynı şey mi bunlar?” diye tekrar tekrar soruyor dersin hocası, şaşkınlığından..
Bu esnada, herhalde tartışmanın gidişinden memnun olmayan bazı talebeler araya girip;
“- Hocam bırakalım bunları, nereden geldik bu bahse?” diyorlar ve konu orada öylece kapanıyor.
Bundan sonraki derslerde de, bilim felsefesi hocası ile arkadaşım arasında dini konularda bazı tartışmalar olmaya devam ediyor. Felsefe hocası dini bir inancı tenkit edince, arkadaşımdan mantıklı cevaplar alıp susmak mecburiyetinde kalıyor.
“- Ama bu yaptığınız bilimsel bir izah değil,” diyor.
Arkadaşım ise, karşı soru ile konuyu açmaya devam ediyor:
“- Hocam, siz atomun varlığına inanıyor musunuz?”
“- Evet.”
“- Peki deliliniz nedir? Atomu gördünüz mü veya gören var mı?”
“- Tabii ki atomu gören yok, zaten biz atomun varlığını direkt değil, endirekt yoldan biliyoruz. Mesela Rutherford altın plakaya çarpıp geçen alfa taneciklerinin fotoğraf plağındaki izlerine bakarak atomun çekirdekli bir yapıda olduğunu anlamıştır. Yani bu örnekte olduğu gibi, atomu oluşturan parçacıkların tesirlerinden hareketle, atomun varlığını ve yapısını anlıyoruz. Bu tarz ispata da, çıkarım (inference) yolu diyoruz.”
Bilim felsefesi dersi hocasının bu açıklaması üzerine arkadaşım: “Bu açıklamalarınız için teşekkür ederim hocam. Demek ki az önce Allah’ın varlığını ispat için anlattığım delil de, atomu ispatı için kullanılan delil gibi, çıkarım yolu ile ispat oluyormuş ve bilimsel bir ispatmış” diyor.
Dersin hocası şaşırıyor; “Yani bunlar aynı şey mi?”
“- Tabii ki, aynı şey hocam. Neresi farklı ise, siz söyleyin. Siz ‘Altın plakadan geçen alfa taneciklerinin fotoğraf plağındaki etki ve izlerinden atomun çekirdekli bir yapıda olduğu ispat edilebilir.’ dediniz; ben de, kâinattaki varlıklardan, onlarda görülen özellik ve faaliyetlerden Allah’ı tanıyabilir ve ispat edebiliriz, dedim.“
“- Yani aynı şey mi bunlar?” diye tekrar tekrar soruyor dersin hocası, şaşkınlığından..
Bu esnada, herhalde tartışmanın gidişinden memnun olmayan bazı talebeler araya girip;
“- Hocam bırakalım bunları, nereden geldik bu bahse?” diyorlar ve konu orada öylece kapanıyor.
Bundan sonraki derslerde de, bilim felsefesi hocası ile arkadaşım arasında dini konularda bazı tartışmalar olmaya devam ediyor. Felsefe hocası dini bir inancı tenkit edince, arkadaşımdan mantıklı cevaplar alıp susmak mecburiyetinde kalıyor.
Fakat, ikinci yarı yıl başladığında, herhalde bilim felsefesi hocası, o zamana kadar iyice düşünüp taşınıp kafa yormuş ve bu işi kendince halledecek bir yol bulacağına inanmış olsa gerek ki, bir derste yine konuyu dine getirip kendinden emin bir şekilde arkadaşıma diyor:
“- Bugün bu meseleyi bitireceğiz ve artık gündeme getirmeyeceğiz, anlaşıldı mı?”
“- Evet hocam, bitirelim.”
“- Yalnız bu meseleyi bilimsel olarak görüşebilmemiz için bazı kriterlere uymamız lazım. Şöyle ki: Bilimsel bir teori, geçerli olduğu sınırı, şartları, çerçeveyi çizmek zorundadır. Eğer bir teori için ‘Her şart altında doğrudur, gelişmeler ne yönde olursa olsun, araştırmalar nasıl çıkarsa çıksın, bu teori doğrudur’ denilirse, o teori bilimsel olmaz. Olsa, olsa inanç veya ideoloji düzeyinde kalır. Yani bir teori ortaya atıldığında “Eğer şu olay şöyle gelişirse, şu incelemenin sonucu şöyle çıkarsa, şu şöyle ise bu teori doğrudur; aksi takdirde bu teori yanlıştır”, denilebilmesi lazımdır, o teoriye bilimsel diyebilmek için. Oysa siz Müslümanlar Allahın varlığını ispatlarken bir şart getirmiyor, alternatif bir kapı bırakmıyorsunuz. ‘Her halükarda, her durumda Allah vardır.’ diyorsunuz. Bu da bilimsel bir ispat olmuyor tabii. Eğer Allah’ın varlığını gerçekten bilimsel bir şekilde ispat etmek istiyorsanız, diyebilmelisiniz ki; ‘Şu, şu şartlarda Allah vardır; bu, bu şartlarda da yoktur.’ Eğer böyle şarta bağlı bir ispat getirebilirseniz, o zaman o şartları tartışırız ve yaptığınız ispat da bilimsel olabilir.”
“- Bugün bu meseleyi bitireceğiz ve artık gündeme getirmeyeceğiz, anlaşıldı mı?”
“- Evet hocam, bitirelim.”
“- Yalnız bu meseleyi bilimsel olarak görüşebilmemiz için bazı kriterlere uymamız lazım. Şöyle ki: Bilimsel bir teori, geçerli olduğu sınırı, şartları, çerçeveyi çizmek zorundadır. Eğer bir teori için ‘Her şart altında doğrudur, gelişmeler ne yönde olursa olsun, araştırmalar nasıl çıkarsa çıksın, bu teori doğrudur’ denilirse, o teori bilimsel olmaz. Olsa, olsa inanç veya ideoloji düzeyinde kalır. Yani bir teori ortaya atıldığında “Eğer şu olay şöyle gelişirse, şu incelemenin sonucu şöyle çıkarsa, şu şöyle ise bu teori doğrudur; aksi takdirde bu teori yanlıştır”, denilebilmesi lazımdır, o teoriye bilimsel diyebilmek için. Oysa siz Müslümanlar Allahın varlığını ispatlarken bir şart getirmiyor, alternatif bir kapı bırakmıyorsunuz. ‘Her halükarda, her durumda Allah vardır.’ diyorsunuz. Bu da bilimsel bir ispat olmuyor tabii. Eğer Allah’ın varlığını gerçekten bilimsel bir şekilde ispat etmek istiyorsanız, diyebilmelisiniz ki; ‘Şu, şu şartlarda Allah vardır; bu, bu şartlarda da yoktur.’ Eğer böyle şarta bağlı bir ispat getirebilirseniz, o zaman o şartları tartışırız ve yaptığınız ispat da bilimsel olabilir.”
Bilim felsefesi hocası, arkadaşımı şimdi mağlup ettiği düşüncesiyle, sözünü bitirip muzaffer bir eda ile cevap bekliyor. Evet kritik bir soru, zira hiçbir Müslüman’ın; “Şu, şu şartlarda Allah vardır; bu, bu şartlarda da Allah yoktur” diyemeyeceğini düşünüyor. Arkadaşım kısa bir düşünme sonrası, Risâle-i Nûr’da sıkça geçen bir ispat şeklini hatırlıyor ve cevap vermeye başlıyor:
“- Peki hocam, istediğiniz şartı yerine getireyim. Biz diyoruz ki; kâinatta atomlardan yıldızlara kadar uzanan, hükmeden mükemmel bir düzen ve mükemmel bir nizam var. Bu düzen ve nizamın gerçekleşmesi için:
1- Ya diyeceksiniz ki; her bir varlık atomlardan ta yıldızlara kadar, mikro âlemden makro âleme kadar, bu mükemmel düzeni ve nizamı biliyorlar ve bilerek, görerek, şuurla ve meşveret edip birbirine danışarak hareket ediyorlar ki, ancak böyle bir durumda; ‘- Allah yoktur,’ diyebilirsiniz.
2- Ya da diyeceksiniz ki; bu atomlar, gezegenler, unsurlar vs. hepsi akılsız, şuursuzdur. Öyle ise tüm bu kâinatı, zerrelerden yıldızlara kadar idare eden bilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcı vardır.
Birinci şıkkı kabul edeceğinizi hiç zannetmiyorum; Zira taşa, toprağa, bitkiye, hayvana, atoma, yıldıza akıl, fikir, şuur vermenin “Animizm”diye adlandırıldığını, ve bunun ilk çağlarda ortaya atılmış bâtıl bir inanış olduğunu siz söylemiştiniz. Demek ki, ikinci şıkkı kabul edeceksiniz. Buna mecbursunuz!”
Felsefe hocası, bu cevaba çok şaşırıyor. . .
“- Anlamadım? “
“- Bir örnekle açıklayayım, hocam. Mesela: Güneşli bir öğlen vakti denizin yüzünde, su birikintilerinde, aynalarda, camlarda, parlak şeylerde oluşan akisleri, pırıltıları, ışık yansımalarını:
1- Ya diyeceksiniz ki; bunların hepsi kendisinden ışık saçıyor.
2- Ya da diyeceksiniz ki; bunların kendilerinde ışık yoktur, bu pırıltılar, yansımalar, gökteki güneşin ışığının akisleridir.
“- Peki hocam, istediğiniz şartı yerine getireyim. Biz diyoruz ki; kâinatta atomlardan yıldızlara kadar uzanan, hükmeden mükemmel bir düzen ve mükemmel bir nizam var. Bu düzen ve nizamın gerçekleşmesi için:
1- Ya diyeceksiniz ki; her bir varlık atomlardan ta yıldızlara kadar, mikro âlemden makro âleme kadar, bu mükemmel düzeni ve nizamı biliyorlar ve bilerek, görerek, şuurla ve meşveret edip birbirine danışarak hareket ediyorlar ki, ancak böyle bir durumda; ‘- Allah yoktur,’ diyebilirsiniz.
2- Ya da diyeceksiniz ki; bu atomlar, gezegenler, unsurlar vs. hepsi akılsız, şuursuzdur. Öyle ise tüm bu kâinatı, zerrelerden yıldızlara kadar idare eden bilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcı vardır.
Birinci şıkkı kabul edeceğinizi hiç zannetmiyorum; Zira taşa, toprağa, bitkiye, hayvana, atoma, yıldıza akıl, fikir, şuur vermenin “Animizm”diye adlandırıldığını, ve bunun ilk çağlarda ortaya atılmış bâtıl bir inanış olduğunu siz söylemiştiniz. Demek ki, ikinci şıkkı kabul edeceksiniz. Buna mecbursunuz!”
Felsefe hocası, bu cevaba çok şaşırıyor. . .
“- Anlamadım? “
“- Bir örnekle açıklayayım, hocam. Mesela: Güneşli bir öğlen vakti denizin yüzünde, su birikintilerinde, aynalarda, camlarda, parlak şeylerde oluşan akisleri, pırıltıları, ışık yansımalarını:
1- Ya diyeceksiniz ki; bunların hepsi kendisinden ışık saçıyor.
2- Ya da diyeceksiniz ki; bunların kendilerinde ışık yoktur, bu pırıltılar, yansımalar, gökteki güneşin ışığının akisleridir.
Aynen onun gibi, yeryüzünde, tüm kâinatta gördüğümüz ve ilim, hikmet, kudret, irade gibi sıfatları gerektiren eserler ve olaylar; ya bütün kâinatın herbir zerresinde akıl, mantık, güç, irade vs bulunması ile mümkün olabilir; ya da sonsuz ilim, hikmet, kudret, irade sahibi bir yaratıcının faaliyetlerinin yansımaları, akisleri, neticeleridir.
ODTÜ bilim felsefesi dersi hocası, arkadaşımın bu sözleri üzerine evvela derin bir düşünceye dalıyor, sonra tek kelime dahi söylemeden ve bir cevap veremeden, sınıftan çıkıp gidiyor
25 Haziran 2014 Çarşamba
VAKİT ÇOK DEĞERLİDİR
Bir yılın değerini anlamak için:
Final sınavını geçememiş bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için:
Erken doğum yapmış bir anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için:
Haftalık bir gazetenin editörüne sor.
Bir saatin değerini anlamak için:
Buluşmak için bekleyen aşıklara sor.
Bir dakikanın değerini anlamak için:
Treni, otobüsü ya da uçağı kaçıran birine sor.
Bir saniyenin değerini anlamak için:
Bir kazadan sağ çıkan birine sor.
Bir milisaniyenin değerini anlamak için:
Olimpiyatlarda gümüş madalya kazanmış birine sor.
Vakit kimse için beklemez. Sahip olduğun her dakikanın kıymetini bil.
Onu bazı özel kişilerle paylaştığında değerini daha iyi bileceksin.
18 Haziran 2014 Çarşamba
Pişman olacağın, dizlerini dövecegin o gün gelmeden aklını basına al

Halbuki bunların hiçbirine ana rahminde lüzum yoktur. Orada çocuk, gıdasını göbeğinden annesine bağlı bir hortumla almaktadır.
Simdi bu çocuk:
- Ya Rabbi!, şu hortum bana yetmektedir. Peki şu ağıza, su göze, şu kulaga, şu ele, şu ayağa ne luzum var. Bunların tamamı hiç bir işe yaramamaktadır? dese...
Herhalde şöyle bir cevap alacaktır:
- Acele etme ey kul! Sen kısa bir müddet sonra öyle bir aleme gideceksin ki burada 'her şeyim' dedigin hortum, orada hiçbir şeye yaramayacak, kesilip atılacak. Lüzumsuz sandığın ağız, göz, kulak gibi şeylerde en luzumlu azaların durumuna gelecek.
O çocuk bu gerçeklere akıl sır erdiremese ve bir inkarcı olarak dünyaya gelse, hakikaten ana rahminde herşeyi demek olan hortumun işe yaramadığını, onu doğurtan doktorun
onu kesip attığını; lüzumsuz sandığı ağız, göz gibi azalarının devreye girdiğini, onlarsız olunmayacagını anlasa utanır mı, utanmaz mı?
Ana rahminde kendisine söylenenlere inanmadığı icin dizlerini dovermi, dovmez mi?
Şu anda bizler de, tıpkı o bebek gibi bir ‘’ananın rahmindeyiz’’ 9 ay, 9 sene veya 90 sene sonra bir başka dünyaya doğacağız. O dünyanın adı da ahiret. Biz şu anda ‘’dunya anamıza maddi hortumlarla’’ bağlı durumdayız.
Eğer biz:
- İşte geçinip gidiyoruz. Ya Rabbi! Şu Namaza, Oruc’a, Hacc’a, Zekat’a, Din’e, İman’a İslam'a ve O’nu yaşamaya ne lüzum var?
dedigimiz takdirde.
Şöyle bir cevap alacağımız muhakkak değil mi?
- Ey kullarım! Kısa bir müddet sonra bu dünyadan ayrıalcaksınız. Öyle bir aleme götürüleceksiniz ki orada 'herşeyim' dediğiniz ‘’maddi hortumların’’ hiç biri işinize yaramayacak. Lüzumsuz sandığınız ve uygulamakta hatalara düştüğünüz Namaz, Zekat, Hac gibi ibadetler de en lüzumlu şeyler durumuna gelecek. Yeni dünyanızda insanlara arabasına, parasına, servetine ve suretine göre degil; imanına ve ibadetine göre değer verilecek.
Yani Şu an ki dünya hayatında dikkate almayıp, lüzümsuz gördüğünüz ve hayatınızda uygulamadığınız size emirlerim olan Namazınız, Zekatınız, Orucunuz, Haccınız, Hayır Hasenatınız, ahirette sizin icin her şey olacak. El olacak, ayak olacak, dil olacak, dudak olacak, berat olacak, sonu olmayan zenginlik ve saadet olacak kısaca Cennet olacak.
............
Rabb’imizin rahmetiyle buyurduğu bu gerçekleri kabul etmez inkarcı olursak ya da kabul ettiği takdirde tembellik eden bir kul olarak ahirete gider de bu gerçeklerle yüzleşirsek halimiz nice olur??
Hakikaten herşeyim dediğimiz ‘’dünya hortumlarımızın’’, yani arabamızın, apartmanımızın, paramızın, pulumuzun kulluk imtihanında birer araç olduğunu aslında diğer aleme sadece amellerin götürülebileceği gerçeğini unutmayalım..
Bu dünya da Kur’an ve Peygamber aracılığıyla bize bildirilenlerin hak ve hakikat olduğunu asıl önemli olanların dünyalıklar değil, hayırlı amellerimiz olduğunu ahirete gidince anlasak o anne karnında ağzı, burnu, kolu, gözü lüzumsuz gören çocuk durumuna düşmezmiyiz? Dizlerimizi dovmezmiyiz?
Keşke inansaydık!
Keşke namazımızı kılsaydık, orucumuzu tutsaydık, zekatımızı tam verseydik, ALLAH için yaşasaydık, eşsiz insan şanlı Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'in yolunda yürüseydik demez miyiz?
Pişman olacağın, dizlerini dövecegin o gün gelmeden aklını basına al...
إِنَّا أَنْذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرِيبًا يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا
Ömer Nasuhi Bilmen Meali:
Şüphe yok ki Biz, sizi yakın bir azap ile korkutmuş olduk. O gün ki herkes iki elinin ne takdim etmiş olduğuna bakacaktır. Kâfir de, «Ah! Ben keşke, bir toprak olaydım,» diyecektir. . NEBE SURESİ
ALLAHIM KUR-AN İLE AMEL ETMEYİ HZ MUHAMMED S.A.V MİN SÜNNETİNE UYMAYI NASİP ET ..
BİZ KULLARINI GAFLETTEN UYANDIR ...EY RABBİM..
14 Haziran 2014 Cumartesi
İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret te bizim!..
Hz. Ömer (ra), sessizce, dinlenmekte olduğu odaya girer. Bir an çevresine göz gezdirir. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Bu manzara karşısında ağlamaya başlayan Hz. Ömer (ra)’in hıçkırıkları O’nu (asm) uyandırır. Kalkınca hasırın vücudunda iz yaptığını, kan oturduğunu gören Hz. Ömer (ra) ise omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Hz. Muhammed (asv) hayretle sorar:“Ey Hattab oğlu! Niçin ağlıyorsun?”“Ey Allah’ın Elçisi! İranlılar imparatorlarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen ki Allah’ın Elçisisin… İzin versen de, biz de seni…”Maksat anlaşılmıştır, Allah’ın Elçisi (asm), gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm, tatlı bir el işareti ile keser ve“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı “(Ankebut, 29/64)ayetini okuduktan sonra ekler:“İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret te bizim!..”
11 Haziran 2014 Çarşamba
Zenginlik nedir?
Merdivenleri yardımsız çıkabilmektir.
Pencereden bakıp, yoldan geçenleri görebilmektir.
Her akşam kendi kapını kapatabilmektir.
Küçük ve büyük tuvaletini rahat bir şekilde yapabilmektir
Saçının okşanmasıdır.
Ağlayabilmektir.
Gülebilmektir.
Özleyebilmektir.
Özleyecek birisinin olmasıdır.
Güneşin sıcaklığını hissedebilmektir
Yağmurda ıslanabilmektir.
Evde bir ses olmasıdır.
Sevinebilmektir.
Yürüyebilmektir.
Derin bir nefes alabilmektir.
Aranabilmektir.
Telefonunun çalmasıdır.
Kolundaki saatin geleceği göstermesidir.
Bir sonraki hafta için plan yapabilmektir.
Güzel günleri bekleyebilmektir.
Bazen bir tabak makarnadır.
Yerken bunun tadına varabilmektir.
Bazen iki tane domates ve bir taze ekmektir.
Kendine inanabilmektir.
Özgüvendir.
Espri yapabilecek ruh haline sahip olabilmektir.
Zenginlik varlığından mutluluk duyabildiğin her şeydir.
1 Haziran 2014 Pazar
Anlaşılmak istiyorum
Dünyada bana “ne istiyorsun?” diye sorsalar,
hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur:
Anlaşılmak istiyorum…
hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur:
Anlaşılmak istiyorum…
12 Mayıs 2014 Pazartesi
Hayal ettiğimiz dünya
Hayal ettiğimiz dünya
BİR dünya... Yemyeşil ormanlarla kaplı. Tertemiz sularla çevrili. Caddelerinde gülümseyen, yarınından endişesi olmayan insanların koşuşturduğu, birbirlerine sevecen ve nazikçe davrandığı bir dünya.
Tahammüllü, anlayışlı, kızmayan, kırmayan, affeden insanlarla dolu bir dünya. Kaşlarını çatmayan, alnını buruşturmayan, kendinden emin ve çevresinden ürkmeyen insanların yaşadığı bir dünya. Kırılmayan ve ama kırmayan bir dünya.
Kalpler temiz, yüzler temiz, vicdanlar temiz, eller temiz, ayaklar temiz, diller temiz, gözler temiz, ruhlar temiz, cepler temiz, kazançlar temiz, harcamalar temiz, sözler temiz, tenkitler temiz, sokaklar, caddeler, evler, arabalar velhasıl görünen görünmeyen her yer temiz... Özlem bu ya... Arzular suç olmaz ya!..
* * *
Dinlerin amacı, hele en son ve en mükemmel din olan İslam'ın amacı böyle bir dünya. Savaşa harcanan paraların fakire, yoksula, ilaca harcandığı bir dünya. Üniversitelerin ve laboratuvarların, bilimsel merkezlerin; insanın sağlığı, esenliği, huzuru, refahı, geleceği, mutluluğu, insanca yaşaması, dünyayı doğru kullanması için proje ürettiği bir dünya.
Kendini, ama her şeyden önce Rabb'ini unutmayan insanların yaşadığı bir dünya. "Nefsini (kendini) bilen Rabb'ini bilir" prensibinden, mefhumu muhalifine (zıttan bakışına) olan "Rabb'ini bilen kendini bilir" noktasına varan müthiş bir şuurlanma serüvenini yaşayan insanların zemininde dolaştığı, doluştuğu bir dünya.
Sabah bu niyetle caddeye çıktım. Böyle bir dünya görmek için. Gördüğüm insanlara tebessüm ettim. "Tebessüm de ibadettir, sadakadır" diyen Peygamberimin bir sözünü yaşayayım bari bu sabah diyerek. Hayal dünyamda da arzu ettiğim dünyamı görebilmek için bir an duraksadım.
Bir araba aniden sokağa fırlayan köpeğe çarptı. Köpek acıyla kenara savruldu. Ayaklarını karnına bastırıyordu. Acıyla havlıyordu. Aslında derdini anlatıyordu kendince bize. Belli ki ayakları incinmişti. Sürücü hemen durdu. Arabadan indi. Etraftaki esnaf da dükkánlarından fırladılar. Hatta müşterileri bile kasada bırakarak.
Herkes yaralı köpek için bir şeyler yapmak istiyordu. Nihayet kucaklayıp arabaya koydular. Muhtemelen veterinere götüreceklerdi. Umutla gülümsedim. Umutlandım. Ama birdenbire bulutlar içinde bütün görüntüler kayboldu gitti. Hayalmiş meğer!
* * *
Donduran soğukta, geçen yıla ait dergileri caddeye sermiş, satmaya çalışan bir yavru. Çocuk. Henüz çocuk. Harçlık yapacak belki de satabilirse dergilerini. Belediyenin zabıtaları yanına yanaştılar. Çocuk bir an ürktü, korktu, geri çekildi. Zabıta tezgáha el koyar ya! Ama hayır, öyle olmadı.
Çocuğun başını okşadılar. Hayırdır, niye satıyorsun dediler. Çocuk,"Hasta ablama ilaç almak için" dedi. Burkuldular. Sarsıldılar. Gel bakalım çocuk, biz sana ilaçları alırız dediler. Hemen bitişikteki eczaneye girdiler. Sevindim. İnsanlık ölmemiş dedim. Bir an bulutlar arasında kayboldular. Çocuk da, zabıtalar da eczane de... Hayalmiş meğer!
Gecenin ilerleyen saatleri. Kaldırım kenarında titreye titreye müşteri bekleyen kadınlar. Sadece kadınlar değil. Transseksüel, homoseksüel ve daha çok farklı olanlar. Düşmüş veya düşürülmüş olanlar. Acıyla kıvranırken birbiri ardınca duran arabalar gözüme çarpıyor. Pazarlık yapacaklar sanıyorum. Hayır, yanılıyorum.
Arabadan çıkanlar, bu donduran soğukta duranlara yaklaşıyorlar. Konuşuyorlar onlarla. Cümleleri hep aynı. "Acaba sizin için ne yapabiliriz, sizi kurtarmak için bir şey yapabilir miyiz?" Hatta birinden göz yaşartan bir tavır. Cebinden bir demet para çıkarıyor. Karşısında korkulu gözlerle bakan kadına uzatıyor.
"Belli ki, istemeyerek buradasın. Al bu parayı, sen de kardeşimiz gibisin. Bari birkaç gün uzak dur. Bari birkaç gün. Yapabildiğim bu kadar. Ne yapayım ki" diyor duygulu gözlerle uzaklaşırken. Başım önümde arabamın camını kapatırken bulutlar arasında o arabalar ve adamlar kayboluyor. Hepsi bir bir yoğun bir sisin içinde kayboluyorlar. Kadınlar hálá o kaldırımdalar, ama gerisi hayalmiş meğer.
* * *
İyice bunalmışken Mevláná'nın "Divan-ı Kebir"inden bir sözü bizi derin hayal dünyasından çekip çıkarıyor.
"Başımı koyduğum her yerde, / altı yönde ve ötesinde ibadet edilen O'dur. /
Bağ, bahçe, gül, bülbül, sema, sevgili hep / birer bahanedir. / Maksud olan hep O'dur."
BİR dünya... Yemyeşil ormanlarla kaplı. Tertemiz sularla çevrili. Caddelerinde gülümseyen, yarınından endişesi olmayan insanların koşuşturduğu, birbirlerine sevecen ve nazikçe davrandığı bir dünya.
Tahammüllü, anlayışlı, kızmayan, kırmayan, affeden insanlarla dolu bir dünya. Kaşlarını çatmayan, alnını buruşturmayan, kendinden emin ve çevresinden ürkmeyen insanların yaşadığı bir dünya. Kırılmayan ve ama kırmayan bir dünya.
Kalpler temiz, yüzler temiz, vicdanlar temiz, eller temiz, ayaklar temiz, diller temiz, gözler temiz, ruhlar temiz, cepler temiz, kazançlar temiz, harcamalar temiz, sözler temiz, tenkitler temiz, sokaklar, caddeler, evler, arabalar velhasıl görünen görünmeyen her yer temiz... Özlem bu ya... Arzular suç olmaz ya!..
* * *
Dinlerin amacı, hele en son ve en mükemmel din olan İslam'ın amacı böyle bir dünya. Savaşa harcanan paraların fakire, yoksula, ilaca harcandığı bir dünya. Üniversitelerin ve laboratuvarların, bilimsel merkezlerin; insanın sağlığı, esenliği, huzuru, refahı, geleceği, mutluluğu, insanca yaşaması, dünyayı doğru kullanması için proje ürettiği bir dünya.
Kendini, ama her şeyden önce Rabb'ini unutmayan insanların yaşadığı bir dünya. "Nefsini (kendini) bilen Rabb'ini bilir" prensibinden, mefhumu muhalifine (zıttan bakışına) olan "Rabb'ini bilen kendini bilir" noktasına varan müthiş bir şuurlanma serüvenini yaşayan insanların zemininde dolaştığı, doluştuğu bir dünya.
Sabah bu niyetle caddeye çıktım. Böyle bir dünya görmek için. Gördüğüm insanlara tebessüm ettim. "Tebessüm de ibadettir, sadakadır" diyen Peygamberimin bir sözünü yaşayayım bari bu sabah diyerek. Hayal dünyamda da arzu ettiğim dünyamı görebilmek için bir an duraksadım.
Bir araba aniden sokağa fırlayan köpeğe çarptı. Köpek acıyla kenara savruldu. Ayaklarını karnına bastırıyordu. Acıyla havlıyordu. Aslında derdini anlatıyordu kendince bize. Belli ki ayakları incinmişti. Sürücü hemen durdu. Arabadan indi. Etraftaki esnaf da dükkánlarından fırladılar. Hatta müşterileri bile kasada bırakarak.
Herkes yaralı köpek için bir şeyler yapmak istiyordu. Nihayet kucaklayıp arabaya koydular. Muhtemelen veterinere götüreceklerdi. Umutla gülümsedim. Umutlandım. Ama birdenbire bulutlar içinde bütün görüntüler kayboldu gitti. Hayalmiş meğer!
* * *
Donduran soğukta, geçen yıla ait dergileri caddeye sermiş, satmaya çalışan bir yavru. Çocuk. Henüz çocuk. Harçlık yapacak belki de satabilirse dergilerini. Belediyenin zabıtaları yanına yanaştılar. Çocuk bir an ürktü, korktu, geri çekildi. Zabıta tezgáha el koyar ya! Ama hayır, öyle olmadı.
Çocuğun başını okşadılar. Hayırdır, niye satıyorsun dediler. Çocuk,"Hasta ablama ilaç almak için" dedi. Burkuldular. Sarsıldılar. Gel bakalım çocuk, biz sana ilaçları alırız dediler. Hemen bitişikteki eczaneye girdiler. Sevindim. İnsanlık ölmemiş dedim. Bir an bulutlar arasında kayboldular. Çocuk da, zabıtalar da eczane de... Hayalmiş meğer!
Gecenin ilerleyen saatleri. Kaldırım kenarında titreye titreye müşteri bekleyen kadınlar. Sadece kadınlar değil. Transseksüel, homoseksüel ve daha çok farklı olanlar. Düşmüş veya düşürülmüş olanlar. Acıyla kıvranırken birbiri ardınca duran arabalar gözüme çarpıyor. Pazarlık yapacaklar sanıyorum. Hayır, yanılıyorum.
Arabadan çıkanlar, bu donduran soğukta duranlara yaklaşıyorlar. Konuşuyorlar onlarla. Cümleleri hep aynı. "Acaba sizin için ne yapabiliriz, sizi kurtarmak için bir şey yapabilir miyiz?" Hatta birinden göz yaşartan bir tavır. Cebinden bir demet para çıkarıyor. Karşısında korkulu gözlerle bakan kadına uzatıyor.
"Belli ki, istemeyerek buradasın. Al bu parayı, sen de kardeşimiz gibisin. Bari birkaç gün uzak dur. Bari birkaç gün. Yapabildiğim bu kadar. Ne yapayım ki" diyor duygulu gözlerle uzaklaşırken. Başım önümde arabamın camını kapatırken bulutlar arasında o arabalar ve adamlar kayboluyor. Hepsi bir bir yoğun bir sisin içinde kayboluyorlar. Kadınlar hálá o kaldırımdalar, ama gerisi hayalmiş meğer.
* * *
İyice bunalmışken Mevláná'nın "Divan-ı Kebir"inden bir sözü bizi derin hayal dünyasından çekip çıkarıyor.
"Başımı koyduğum her yerde, / altı yönde ve ötesinde ibadet edilen O'dur. /
Bağ, bahçe, gül, bülbül, sema, sevgili hep / birer bahanedir. / Maksud olan hep O'dur."
Nihat Hatipoğlu
8 Mayıs 2014 Perşembe
Imtihan dunyasi
İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?" (Ankebut Suresi, 2)
Bu ayette Allah, “iman ettim” diyen kullarını dünya hayatında imtihan edeceğini bildirmektedir. Allah insanlardan gerçek ve samimi bir iman istemektedir. Bu ise kişinin yalnızca "ben inandım" demesiyle elde edilemez. İnsanın dünyadaki vazifesi, Yüce Allah'a ve ahirete iman etmek, Kuran'da belirtildiği şekilde güzel ahlak sahibi bir insan olmak, Allah'ın sınırlarını korumak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Dolayısıyla her insan, Allah'a ve O'nun dinine gerçekten inandığını, şeytanın kendisini saptırmak için göstereceği bütün çabalara rağmen doğru yoldan dönmeyeceğini göstermelidir. Aynı şekilde inkarcılara uymayacağını, kendi nefsinin tutkularını Allah'ın rızasına tercih etmeyeceğini de ispatlamalıdır. Bunu ise karşılaştığı olaylara verdiği tepkilerle ortaya koyacaktır. Allah, din ahlakını yaşamayı kabul eden insanın karşısına sabretmesi gereken bazı zorluklar çıkaracak, bunlara karşı gösterdiği tavırlarla onu imtihan edecektir.
"Gerçek bu iken mümin, karşısına çıkan her olaya imtihan gözüyle bakmalı, Allah'a tevekkül etmeli ve O'nun rızasına uygun olan tavrı göstermelidir. Allah Kuran'da müminleri korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğini bildirmektedir." (Bakara Suresi, 155)
Sadece zorluklar değil, dünya hayatındaki nimetler de Allah'ın birer imtihanıdır. Allah verdiği her nimetle beraber insanın Kendisi'ne şükredici olup olmadığını da dener. Nimetlerin yanında, Allah insanın karşısına hayatı boyunca, karar vermesi gereken pek çok olay çıkarır. Elbette yaşadıklarının bir imtihan olduğunun farkında olan ve Allah'ın rızasına uygun olduğunu düşündüğü şekilde karar veren müminler bu imtihanı kazanmayı ve Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi cennet hayatı ile mükafatlandırılmayı umabilirler.
Dünyadaki imtihan ortamında, müminler, vicdanlarının sesini dinleyip, Allah'ın kendilerini denemeden geçirdiğini hiçbir şekilde unutmamalıdırlar. Samimi kalple Allah'a yönelen bir insan, karşısına ne tür zorluk çıkarsa çıksın, mutlaka bir kolaylıkla karşılaşacak ve Allah'ın izniyle doğruyu bulacaktır. Bu imtihan dünyasının en büyük sırlarından biri, iman edenler için mutlak bir kazançla noktalanmasıdır. En büyük kazançlardan biri ise, iman edenlerin bu denemeler karşısında gösterdikleri güzel ahlak, cesaret ve metanetin, onların ahiretteki karşılıklarını ve derecelerini artıracak olmasıdır.
|
5 Mayıs 2014 Pazartesi
HUZUR
Dertsiz Hayat
Evinin bahçesinde oturmuş çayını yudumluyordu. Çayını yudumlarken bir taraftan kuş seslerini dinliyor, bir taraftan da bahçedeki rengarenk çiçekleri seyrediyordu. Çocukları bahçede oradan oraya koşturuyor, bahçeyi kahkaha sesleriyle daha da şenlendiriyordu.
Evinin bahçesinde oturmuş çayını yudumluyordu. Çayını yudumlarken bir taraftan kuş seslerini dinliyor, bir taraftan da bahçedeki rengarenk çiçekleri seyrediyordu. Çocukları bahçede oradan oraya koşturuyor, bahçeyi kahkaha sesleriyle daha da şenlendiriyordu.
Çok huzurlu, çok mutluydu. Hiçbir derdi, hiçbir sıkıntısı yoktu. Her istediğini elde ediyor, her istediğini yapabiliyordu. Maddi problem nedir bilmiyordu. İstediği her şeye rahatlıkla ulaşabiliyordu. Yediği önünde yemediği arkasındaydı. Canı ne isterse yiyor, canı çekerse içiyor, canının istediği her yere gidiyor, özlem duyduğu dostlarıyla sevdikleriyle rahatlıkla görüşebiliyordu.
Çevresindeki herkes de kendisi gibi mutlu, huzurlu ve neşe içindeydi. Bu durumdan dolayı ayrıca bir huzur ve mutluluk duyuyordu. Çevresinde mutsuz, huzursuz insanlar görse bu durumdan o da etkilenecek mutsuz ve huzursuz olacaktı. Ama öyle değildi. Çevresindeki herkes kendisi gibi mutluydu, huzurluydu.
Hastalık, sakatlık, kaza, bela, sıkıntı nedir bilmiyordu. Çocukları, eşi ve kendisi her zaman sağlıklıydı. Hiçbir hastalık, musibet kendilerine uğramıyordu. Çevresindeki insanlarda da hastalık vb musibetlere rastlanmıyordu. Sevdikleri de sağlıklı olduğu için kendini daha da iyi hissediyordu. Herkes sağlıklı, herkes huzurlu, herkes mutluydu.
Herkesle iyi geçiniyor, herkesle iyi anlaşıyordu. Hiç kimseyle bir derdi, sıkıntısı yoktu. Herkesler de kendisini çok seviyor, çok sayıyordu. Aralarında hiçbir küslük, dargınlık, kıskançlık olmuyordu.
Hüzün, hastalık, keder, üzüntü, darlık, musibet, kaza, bela vb sıkıntılar hayatına hiç uğramıyordu. Mutluluk, rahatlık, sağlık, neşe, huzur, sevgi, bolluk, bereket vb güzellikler ise hep onunlaydı.
……..
Yukarıda anlatılan yaşantıya benzer bir yaşantınız varsa kesin olarak bilin ki artık dünyada değil, cennet bahçelerindesiniz. Çünkü böyle bir hayatı dünyada değil ancak cennette yaşayabilirsiniz.
Bu dünyada böylesine mutlu, rahat, sağlıklı, neşeli, huzurlu, bereketli ve sıkıntısız bir hayat yaşama gayreti içerisine girmeyin. Hz. Adem'in sürgün olarak gönderildiği bir yerde cenneti aramak beyhude bir çabadan başka bir şey değildir. Biz dünyada cenneti aramak yerine kazanma çabası içerisine girersek inşallah cennete girerek yukarıda anlatılan hayatı yaşayabiliriz.
Bu dünyada mutsuz olmamızın en büyük nedeni; dünyada cenneti yaşama arzumuzdur. Oysa bu dünya cenneti yaşama değil kazanma yeridir.
Yazar:
Mustafa Eren Akçağlar
Mustafa Eren Akçağlar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)