Günün Sözü

Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.
osmanli tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
osmanli tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2014 Çarşamba

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ

• İlk defa elektriği, gazı getiren, ilk modern eczanemizi açtıran,
• İlk otomobili getiren, 5 bin km kara yolunu yaptırtan,
• Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve elektrikli tramvaylar kuran,
• Kudüs-Yafa, Ankara-İstanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran (Haydarpaşa Tren İstasyonunu da tabi),
• İstanbul’un binlerce fotoğrafını çektiren, Arkeoloji müzeciliğini başlatan,
• Chicago’daki turizm fuarına ülkemizi ilk kez sokan,
• Kuduz aşısının bulunmasından sonra Ülkemizin ilk Kuduz Hastanesini (İstanbul Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtıran,
• Polisiye romanların ülkemize girişini sağlayan, (14 yıl içinde basılan 4000 kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili idi..)
• Okullara (Hristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde, Türkçe’nin iyi öğretilmesini isteyen, Paris’te İslam Külliyesi kuran!
• Teselya savaşı sürerken saraylı hanımlara askerler için çamaşır diktiren de, hastaneleri ziyaret edip hastaların ihtiyaçlarını soran da, sarayın bahçesinde bile hastalara hizmet ettirten de!
• Midilli adasını eşi Fatma Pesend Hanım’ın şahsi mülkünden ısrarla verdiği para ile Fransızlardan geri alanda O!
• Israrla yerli kumaş giyen, Hereke bez fabrikası ve Feshaneyi kuran,
• Ziraat Bankasını kuran, Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran,
• Yıldız Çini fabrikasını, Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını,
• Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderen, bu yüzden yaz aylarında toplu sünnetleri moda eden,
• Mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap gönderen,
• Yoksul halkına kendi cebinden ödeyerek kömür dağıtan,
• Ermeni Onnik’in mektubu üzerine kendi parasından takma bacak yaptırtan,
• Biriktirdiği parasından bir kısmını her sene borç yüzünden hapse düşenleri kurtarmaya tahsis eden,
• Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirten, ücretsiz kitap dağıttıran, 6 bin kitabın çevrilmesini sağlayan, Beyazıt kütüphanesini kurup 30 bin kitap bağışlayan (10 bini el yazmasıdır),
• Yabancı bilim adamı ve yazarlara Nişanlar veren,
• Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren,
• Bizim Hekimbaşı çöplüğü dediğimiz yerde gül yetiştiriciliği yaptıran da (Isparta’daki gül yetiştiriciliği de O’nun öncülüğünde başlamıştır),
• Türkiye’nin birçok yerinde saat kuleleri yaptıranda O dur! (İzmir,Dolmabahçe..),
• Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya ya elçiler ve din adamları gönderen,
• Latin Amerika ülkeleri ile diplomasiyi başlatan,
• Yalova Termal kaplıcalarını kurduran, Terkos’un sularını İstanbul’a taşıtan, Bursa’nın bir köyünde bile çeşme yaptırabilen O dur, (Sadece İstanbul’a 40 çeşme yaptırmıştır),
• Sarayında yaptırdığı tiyatroda oyunlar ve opera izleyen,
• Sarayda müzik okulu kurduran, çocuklarına piyano çaldırtan, hatta sarayda kızlar bandosu oluşturan,
• Kendi elleri ile yaptığı marangozluk eşyalarını hediye etmeyi seven,
• Kendisine yapılan bombalı suikast de 26 kişinin ölmesine, 58 kişinin yaralanmasına rağmen Ermeni katili affedip Avrupa da hafiyelik yapmaya gönderen de O dur.
• Doğu Türkistan’a gönderdiği askeri yardım ile Çinlilere karşı onları örgütleyen, Çin’in göbeği Pekin’de Hamidiye Üniversitesini kurdurtan da,
• Yeni gemiler alan, toplar(Çanakkale Savaşı’ndaki çoğu top), tüfekler getirten de!
• Telefonu Avrupa’dan 5 yıl sonra ülkemize getiren de O dur!
• Kiliselere, sinagoglara yardım eden (hatta Vatikan’da kilise yapılmasına bile yardım eden),
• Peygamberimize, dinimize veya Osmanlıya hakaret içeren oyunları kaldırtan (Fransa-İngiltere-Roma-ABD) (Bir piyes için bile Alman İmparatorunu devreye sokmuştur),
• ABD’nin Erzurum’da konsolosluk açmasını reddeden, İzmir limanına izinsiz girmeye kalkan ABD savaş gemisini top ateşine tutturan,
• İstanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M.köprüsünün bulunduğu mevkidedir),
• Darülaceze yaptırıp içine sinagog, kilise ve cami koyduran,
• Çocuk hastanesi (Şişli Etfal [çocuklar] Hastanesi) açtıran,
• Kendisine “Allah’ın belası”diyen Namık Kemal’i Rodos ve Sakız adası valiliklerine atayan, parasını cebinden ödediği yerde kabir yaptırtan,
• Posta ve Telgraf teşkilatını kurduran (Sirkeci Büyük Postane binası..),
• Abdülhamit ve Abdülmecid (dünyanın ilk torpido atan denizaltısı) adında denizaltılarımızı Taşkızak tersanesinde yaptırtan da (üstelik kendi cebinden..), O!
• 15 tane okulda karma eğitime ilk defa geçen,
• Öğretmen yetiştirmek için okullar yaptıran (32 tane) (ör.şimdiki adı ile Bursa Çelebi Mehmet okulu), Kız Öğretmen Okullu açan (Daarül Malumat),
• Cami yaptırdığı her köyde birde ilkokul yaptıran (Mesela sadece Sivas’taki ilkokul sayısı 1637), okuma yazma oranının 5 kat arttıran, (1900 yılında ilkokul sayısı 29.130’u bulmuştu, sadece Anadolu’da 14 bin ilkokul vardı)
• Orta okul (Rüşdiye)sayısı 619’a çıktı, Fransızca dersleri konuldu,
• Lise eğitimi için İdadiler açan (109 tane), (İstanbul Erkek-Kabataş Lisesi..)
• İstanbul’da Darülfünün (Üniversite) geliştiren Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran,
• Ayrıca Deniz Mühendis Okulu, , Kuleli Askeri okulu, Mekteb-i Harbiyeler (Harp Okulları yani) ,Askeri Baytar Okulu, Kurmay Okulu, Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fak.), Mekteb-i Tıbbıye-i (Marmara Ünv.Tıp Fak.), Mekteb-i Hukuk, Ziraat ve Baytar Mektebi, Hendese-i Mülkiye (Yüksek mühendis okulu), Daarül Muallim-i Adliye (Yüksek Adalet Okulu), Maliye-i Mekteb-i Ali (Yüksek Ticaret Okulu), Ticaret-i Bahriye (Deniz Ticaret Okulu), Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel sanatlar fak.), Hamidiye Ticaret Mektebi (İktisadi ve Ticari ilimler akademisi), Aşiret Mektebi (Osmanlılık fikrini yaymak için), Bursa’da İpekböcekçiliği okulu, Dilsiz ve Âmâ Okulu, Bağcılık ve Aşıcılık Okulu, Orman ve Madencilik Okulu, Polis Okulu onun tarafından kurulmuştur.
• Unutmadan bide Ankara’da Çoban Okulu var..
İngilizlerin oyunu, İttihatçıların tertibi ile “Din elden gidiyor!” gibi komik bir gerekçe ile 31 Mart vakasına maruz bırakılan,

1895-96’da Doğu Anadolu’da Ermeniler tarafından kurulmak istenen devleti, Hamidiye Alayları ile bastıran, bu sebeple Fransız tarihçi tarafından Kızıl Sultan diye isimlendirilen,

SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN

24 Haziran 2014 Salı

Kanuni'nin Rüyası (Süleymaniye Cami)

Kanuni Sultan Süleyman uzun zamandır kendi adını taşıyan bir camii yaptırmak niyetindedir.

Bu camii için en uygun yeri bulmak üzere beklemektedir. 

Bir gece Kanuni rüyasında Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV)'i görür. 
Efendimiz Kanuni'ye Caminin bugünki yerini gösterir. 

Daha sonra camiinin mihrabının, minberinin, minarelerinin vs. ne şekilde olması gerektiğini söyler.

Kanuni bu rüyadan çok etkilenmiştir.
Sabah uyandığında ilk işi Mimarbaşı Koca Sinanı çağırtır.

Mimar Sinan Hükümdarın bir camii inşa ettirme niyetini uzun zamandır bilmektedir.

Sinan huzuruna gelir gelmez Kanuni söze başlar.

Camiiyi yaptıracağı yerden bahseder.

Bu sırada Mimar Sinan söze girer.

"Efendim isterseniz camiinin mihrabını şu şekilde, minberini şu şekilde, minarelerini şu şekilde, vs yapalım."

Kanuni bu sözlerden sonra hayrete kapılmıştır.

Koca Sinan Efendimiz (SAV)'in anlattıklarının aynısını anlatmaktadır.

Kanuni bunun üzerinde Sinan'a rüyasını anlatır.
Sonunda Sinan'a döner.

Onun bunları nasıl bildiğini sorar.

Sinan'ın şu cevabı olukça ilginçtir.

"Sultanım, Efendimiz (SAV) size bunları anlatırken bende sizin arkanızda Efendimizi (SAV) dinliyordum." 

23 Haziran 2014 Pazartesi

OSMANLIDA STRESİN ÇÖZÜMÜNÜN 5 TEMEL ESASI

OSMANLIDA STRESİN ÇÖZÜMÜNÜN
5 TEMEL ESASI:
- 1- Er-rızku al’allah: Rızkı veren Allah’tır. Başkasının önünde eğilme
2- Tevekkeltü al’allah: Allah’a dayan
3- Ya Nasip: Canını sıkma eğer nasipse olur
4- Ya Sabır: Sabretmeyi bil, vaktinden önce bahar gelmez.
5- Bu da geçer ya hû: Unutma! Zenginlik de fakirlik de, hastalık da sağlık da, mutluluk da, başarı da başarısızlık da..
Hepsi geçicidir. Hatta hayat bile…
 

15 Haziran 2014 Pazar

Bu da geçer ya hu sıkma canını.. Osmanlının ilacı

Hayatta strese karşı ilaç olarak 
Osmanlı’nın düstûr edindiği 5 esas şunlardır:

1- Er-rızku al’allah: Rızkı veren Allah’tır. Başkasının önünde eğilme

2- Tevekkeltü al’allah: Allah’a dayan


3- Ya Nasip: Canını sıkma eğer nasipse olur

4- Ya Sabır: Sabretmeyi bil, vaktinden önce bahar gelmez.

5- Bu Da Geçer Ya Hû: Unutma!

Zenginlik de fakirlik de, hastalık da sağlık da, mutluluk da,

Başarı da başarısızlık da.Hepsi geçicidir. Hatta hayat bile.


Bakî olan Allah’tır..!!

13 Haziran 2014 Cuma

Osmanlılar, her şeyden önce, “edepli” olmayı önemserlerdi.


Osmanlı tekkelerinin, dergâhlarının, hatta evlerinin olmazsa olmazlarından biri, “Ebep yahu!” yazılı levhalardı.


Duvarları bu ve benzeri levhalar süslerdi:
Terk et yahu!”, “affet yahu!”, “Sabret yahu!”

Osmanlılar, her şeyden önce, “edepli” olmayı önemserlerdi. Yürürken, konuşurken, otururken, kapalı bir mekâna girerken, mekândan çıkarken, selam verirken, hal hatır sorarken, “edeb”i elden bırakmazlardı.

Ayakları yere vurmak, selâmsız mekâna girmek, büyüklerin yanında sere serpe oturmak, bağırarak konuşmak, büyüklerin sözünü kesmek “edepsizlik” sayılırdı.
“Edep yahu!” serzenişi, ağır suçlamalardan biri sayılırdı… Edepsizlik anlamına gelen davranışlara sapanlar böyle uyarılırdı.

Bu yüzden “Edep yahu” levhasını duvara asarlar, çocuklarına önce “edeb”i öğretirler, “Edepsizlikten, edepsizlerden, hayâsızlıktan, hayâsızlardan Ümmet-i Muhammed’i koru Allah’ım” diye dua ederlerdi.
Bu yüzden eski Osmanlı resimlerinde, tablolarında, minyatürlerinde edep dışı bir duruş, bir oturuş göremezsiniz.

Şimdiki durumlar farklı: Şimdiki gençler karşılarında kim olursa olsun, saygı göstermiyorlar…

Yaşlı-başlı insanların yanında bacaklarını uzatıp oturuyorlar…
Konferansta bile çiklet çiğniyorlar: Hem de öyle sessizce değil, şaklata şaklata!
Bilge biri kürsüde konuşurken, telefonla oynuyorlar.
Ve karşılarında kim olursa olsun, bacak bacak üstüne atıyorlar.
Belki yaşım gereğidir, ama gencecik bir kızın annesi, babası, dedesi, ninesi karşısında bacak bacak üstüne oturması, bana hiç “sempatik” gelmiyor.
Hatta “antipatik” geliyor.

“Nasıl rahat ediyorsa öyle otursun” diyemiyorum. Kalabalık içinde bizi rahatlatan her şeyi yapamayız: “Edep” var, “hürmet” var, “hayâ” var, “ayıp” var, “günah” var, “tuhaf” var…

Ayrıca gençlerin yaşlılar karşısında bacak bacak üstüne atıp oturmaları çok saygısızca ve umursamaz gözüküyor.

Geleneklerimizde de yok: Ecdadımız minderlerin üstüne bağdaş kurarak otururdu. Hangi şart altında olursa olsun, bacaklarını asla uzatmazlardı…

Bacakları uzatmak ya da bacak bacak üstüne atmak, bize Batı’dan geçti.
Ortam müsait olursa, bacak bacak üstüne atmayı ben de severim. Çünkü bacaklarım dinlenir.

Ama büyüklerim karşısında asla bacak bacak üstüne atmam…
Topluluk ya da kamera karşısında da öyle..

Benimki sanırım babadan kalma bir alışkanlık:
Ben babamı kendisinden yaşlıların olduğu mekânda, hatta benim karşımda bile bacak bacak üstüne attığını hiç görmedim. Beni de büyüklerim görmemiştir.

“Bu o kadar önemli mi?” diye soracak olursanız, önemli, çünkü ucunda “edep” var. Edep, ruhun İslâmla bütünleşerek yücelmesidir…
“Kimse görmese bile Allah görüyor” anlayışının hayata hâkim kılınmasıdır, aynı zamanda…

Bu yüzden çok önemlidir.

Son zamanlarda yaygınlaşan bir problem daha var:
Telefonla oynamak. Bunu sadece gençler değil, herkes yapıyor. “Twitter modası” herkesi fena halde sardı. Yaşlısının, gencinin elinden telefon düşmüyor. Ne yediklerine kadar yazıyorlar. Hepsini bir araya getirseniz, incir çekirdeğini doldurmaz. Bari yalnız kaldığınızda yazın. Hayır, ille de dakikası dakikasına yazacaklar. Sanki tarihe not düşüyorlar.

Bazı hallerde, “Edep yahu!” diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum.

Yavuz Bahadıroğlu

10 Haziran 2014 Salı

OSMANLI’DA KAPI TOKMAKLARI


Osmanlıda perde ile süslü evin mahremiyetinin korunması bahçe içinde birbirine karışan ağaçlar ve onu çevreleyen bir bahçe duvarı ile tamamlanırdı. Bahçe kapısından bahçeye giren misafir hane kapısına geldiğinde toplumun medeniyet anlayışı doğrultusunda ev sahibinden izinsiz bu kapıdan içeri girmezdi. 

Evin giriş kapısında iki tokmak bulunur ve bunlardan biri ince diğeri ise kalın ses çıkarırdı. Eğer gelen misafir “erkek” ise “kalın ses çıkaran tokmağı” çalar ve böylece kapıyı da ailedeki erkeklerden biri açardı. Eğer gelen misafir “kadın” ise “ince ses çıkaran tokmağı” çalar ve kapıyı da ailedeki kadınlardan biri açardı.

Osmanlı’da Kadın Hayatı


Batı’nın Osmanlı kadınına bakışı “Harem” eksenlidir.

Osmanlı sarayındaki haremi bir “Mutsuz kadınlar hapishanesi” olarak algılamışlar, haremdekiler hakkında fantastik hikâyeler uydurmuşlardır.
Oysa harem, yabancı yazarların hiç görmeden yazdıkları seyahatnamelerinde anlattıkları gibi, bir “mutsuz kadınlar hapishanesi” değil, öncelikle padişahların evidir.

İkincisi: Kadının dikkat, liyâkat ve zekâsına göre yükseldiği bir “Kadın Üniversitesi”dir (Erkeklerinki de Enderun’dur).

Yedi-sekiz senelik mecburi bir eğitim sürecinde çeşitli sınavlardan geçtikten sonra, “çırak” çıkarılanlar (birisiyle evlenip haremden ayrılan cariyeler) yerleştikleri semtin öğretmenliğini yapar, o semtin kadınlarına ve kızlarına okuma yazma, edep-erkân, hayır-hasenat, nezaket, görgü, Kur’an-ı Kerim, biçki-dikiş, nakış, oya, dantel öğretirlerdi.

“Saraylı Ana”nın konağında haftanın belirli günleri yapılan “kadın kadına” toplantılarda güzel sesli hafızlar Kur’an okuduktan sonra, çeşitli kitaplar okunur ve okunan metin üzerine ciddi tartışmalar gerçekleşirdi.

Böylece “Saraylı Ana”nın konağı bir nevi “Halk Üniversitesi”ne dönüşürdü. Mahallenin kadınları ve kızları da bu “üniversite”nin öğrencileri olur, bu sayede bilgi ve görgülerini artırırlardı.

Zaten kitap okumak, Osmanlı saray kadınının tutkusuydu. Padişah eşlerinin ve kızlarının özel dairelerinde, haremde bulunan genel kütüphanenin dışında mutlaka bir kitaplık bulunurdu.

Çocuklarımızın doğru düzgün yetişmemesinde, sanırım kadının kitaptan kopuşunun büyük rolü var. Bilgisiz ilgi, çocukların geleceğini inşa etmiyor!
Malum “Yuvayı dişi kuş yapar.”

Atasözü deyip geçmeyin: Bilirsiniz, atasözleri hayatın içinde damıtılmış tecrübeleri yansıtır. Bu bakımdan önemsenmelidirler.

Önemsediğim atasözlerinden biri de işte bu “Yuvayı dişi kuş yapar” sözüdür. Bu atasözünde, toplumun oluşumunda kadının konumu vurgulanıyor.

Onu “ailenin bel kemiği” yapıyor.

İsveçli Prof. Gaston Jezz bu gerçeği keşfedebilmiş nadir Avrupalılardan biridir. Şöyle diyor:

“Ben Batılı bir âile hukuku profesörü olarak diyorum ki; Türk milletinin elinden âile nizâmını alınız, geriye hiçbir şey kalmaz.”

Bu nizamın mimari kadındır ve bunun için de baş tacıdır!
A. L. Castellan ise şöyle diyor: “Türkler başkalarının kadınlarına azami derecede hürmet ederler ve gezinti yerlerinde tesadüf ettikleri kadınlara gözlerini dikip bakmayı haram sayarlar.”

Mareşal Moltke’nin söylediklerine de bir göz atalım:
“İtiraf etmeliyiz ki; bizde bir genç kız, nişanlılıktan evliliğe geçince bir derece daha itibardan düşer. Çünkü şehvetperest erkeklerin âşıkane iltifatları kesilir. Şarkta ise evlilik, kadını yüceltir; zira evin tek hâkimi kadındır.”

Mareşal Moltke’nin sözlerini yüksek sesle tekrarlayalım:
“Evin tek hâkimi kadındır.”

Evin hâkimi olan topluma da hükmeder!

Demek oluyor ki, bize öğretilenin aksine, Osmanlı kadını ezilen, horlanan, aşağılanan bir tip değil, saygı gören bir figürdür.

Geleceğin padişahları (şehzadeler) bile onların elinde yetişir.

Yavuz Bahadıroğlu-Yeni Akit

İlk denizaltıyı Osmanlı Devleti yaptı


İlk denizaltıyı Osmanlı Devleti yaptı

Osmanlılarda "Tahtelbahir" denilen denizaltı, ilk defa Sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde , Tersane baş mimarı İbrahim Efendi tarafından yapıldı.

Timsah şeklindeki denizaltının, deniz yüzeyine çıkıp tekrar denize dalması, Sultan Üçüncü Ahmed Han'ın çocuklarının sünnet merasimine tesadüf ettirilmiş ve bütün İstanbul halkı hayretle bu gösterileri seyretmişti.

Denizaltı ilerleyerek padişahın bulunduğu yönde durmuş ve selamlama merasiminden sonra tekrar denize dalmıştı. Bu merasim esnasında batıp çıktıktan sonra denizaltının baş kapısı tarafından beş asker çıkarak bu muhteşem icadın maharetlerini göstermeye muvaffak olmuşlardı.

6 Haziran 2014 Cuma

Şehzade Mustafa'nın Katli


Duygusal bir yapıya sahip olan milletimiz, aşırı şekilde duygusal şekilde verilen bir sahneden etkilenip, bir çok kesimden insanı ile, Kanuni Sultan Süleyman Han'a ve Osmanlı Devletine kin ve nefret kusan söylemlerde bulunmaktadırlar. Tarihi metoddan yoksun bir şekilde yapılan bu yorumla çok acımasızca, insafsızca ve mantık dışıdır. Bizler Osmanlıyı padişahın sözü ile herşeyin olduğunu zannetmekte saçmalıktır. Bu işte velev ki, Şehzade Mustafa suçsuz olsa bile; ( kaldı ki çoğu tarihçi tamamen suçsuz olduğunu kabul etmemektedir. ) Kanuni Sultan Süleyman için " evladına kıydı, cani, insafsız " nitemeleri'de insanın ecdadına karşı yaptığı bir ihanettir. Bir hukuk devleti olan Osmanlı Devleti'nde kanunlar şeri kanunlardır ve nasıl Türkiye Cumhuriyetinde kanunlar yasaya uygun olmak zorunda ise ferman ve kararlarda şeri hukuka uygun olmak zorundadır. Bu cümleden olarak, o dönemde Şeri kanunun başı olan Şeyhü'l-İslam Ebussut Efendidir. Kanuni Han'da devlet adamlarından raporlar alarak ve şeyhül-islamdan fetva alarak bu kararı vermiştir. Yani kendi kafasına göre Hürrem Sultan sözü ile yaptırdığı bir şey yoktur. Eğer ortada bir haksızlık varsaki bu ahirette belli olur, Kanuni'nin değil, ona yalnış istihbarat ve rapor veren devlet adamlarının hatasıdır. Ez-cümle şeyhül-islamın fetva vermesi bu olayın doğru olduğu anlamına gelmez diyen ademler ise; Osmanlı tarihinin en büyük en alim ve 30 yıllıl şeyhül-islamın ilminin mertebesini bimeden cahilce yorum yapmaktadırlar. Hürrem Sultanın lafı ile şehzade Mustafa kıydı denilen Kanuni, 10 yıl sonra'da Hürrem sultanın oğlu ve padişah olmasını istediği Şehzade Beyazidi'de yine şehzade Mustafaya benzer suçlamalar nedeni ile öldürtecektir. Tarihi metoddan yoksun, günümüz bakış açısı ile ve duygusallığı ile tarih hakkında hüküm verilmesi tarihe ihannettir.

Dipnot: Şeyhül-islam Ebussut Efendi'nin ünvanı Müftü'üs- Sakaleyn, yani İnsanların ve Cinlerin fetva hocasıdır. Sahip olduğu derin ilimle cinlere bile fetva vermiştir.

Araştırmacı Tarihçi Yazar : Enes Demir

30 Mayıs 2014 Cuma

YAVUZ SULTAN SELİM KÜPE TAKMAZDI


Yavuz Sultan Selim denince aklımıza hep kulağı küpeli, palabıyıklı bir resim gelir. Yavuz’a ait olmayan ve daha sonraki dönemde yapılmış olan bu resim tarih ders kitaplarında kullanıldığı için herkes Yavuz’u böyle tanır. Hatta kulağındaki küpenin sebebi üzerine birçok hikâye uydurulmuştur. En ilginç rivayetlerden biri Yavuz Sultan Selim kılık değiştirerek Tebriz’e gidip, Şah İsmail’i satrançta yenince şahın, Şehzade Selim’e yenilginin hırsıyla bir tokat atması üzerine, Yavuz’un da bu tokat kulağıma küpe olsun diye küpe takmasıdır.
Bir diğer rivayete göre de Yavuz Sultan Selim İslamiyet’in kutsal topraklarına hakim olunca “Hadimü’l-Haremeyn”, yani Haremeyn’in hizmetkârı olduğunu göstermek için küpe takmıştır. Yavuz Sultan Selim’e ait olduğu iddia edilen küpeli resim daha sonraki yüzyıllara ait bir Avrupalı ressam tarafından yapılmıştır ve Birinci Selim’le uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ancak Avrupalılar tarafından yapılan başka portrelerde de Yavuz’un küpeli resimlerine rastlanır.
Yavuz’u gösteren 16. yüzyıla ait ve daha sonraki dönemlerde çizilmiş minyatürlerde sultanın kulağında küpe olmadığı gibi, portresi de çok farklıdır. Ayrıca “Selimname” isimli Yavuz’un hayatını anlatan kitaplarda sultanın küpe taktığına dair bir bilgiye rastlanılmaz.
ESKİ BİR GELENEK
Türkmenler arasında küpe takmak bir gelenektir. Nitekim 1473′te Otlukbeli’nde Fatih Sultan Mehmed ile savaşan Akkoyunlu Türkmenleri’nde küpe takanlar vardı. Ayrıca bazı tarikatlarda dervişler dünyadan ve dünyevi nesnelerden soyutlandıklarını göstermek için mengüş (küpe) takarlardı. Bu iki gelenek de Yavuz Sultan Selim’e değil Akkoyunlular’ın topraklarında Safevi Devleti’ni kuran Şah İsmail’e uymaktadır. Nitekim Türk tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Şah İsmail’in küpeli minyatürleri vardır.
Yıllar önce Yavuz’un küpeli resmindeki yanlışlığa dikkat çeken Nezih Uzel, küpeli hükümdar resminin Şah İsmail veya Şah Cihan olabileceğini söylemiştir. Ancak resimdeki giyim tarzı ve küpe Şah Cihan’dan daha ziyade bir başka Babür hükümdarı Cihangir’e uymaktadır.
Yavuz denilen resim günümüzde Topkapı Sarayı’nda bulunuyor. Anlatılanlara göre diğer müzelerden saraya gelmiş ve burada bu resmin Yavuz’a ait olduğuna kanaat getirilmiş. Bu resim tarih ders kitaplarında kullanılınca da herkesin kafasında gerçeğinden çok farklı bir Yavuz Sultan Selim oluşmuştur.
(KAYNAK : Erhan Afyoncu)

29 Mayıs 2014 Perşembe

İşte gerçek harem

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz gercek harem hayatini anlatiyor. Iste Osmanlida olan gercek harem ;
1-HAREM NE DEMEKTİR?
Harem, 'Girilmesi yasak olan yer' anlamındadır. Mekke ve Medine'ye gayrimüslimler giremediğinden her ikisinde birden 'Haremeyn' adı verilmektedir.

Osmanlı zamanında evler ve devlet adamlarının konutları demek olan saraylar, harem ve selamlık diye ikiye ayrılmıştı. Girilmesi yasak olan harem kısmı kadınların ikametine tahsis edilmişti.

HAREM ÜÇE AYRILIR
1. Kısım Hareme Medhal kısmıdır ki, burada dârüssaâde ağası ve Harem ağalarının emri altındaki erkek köleler istihdam olunmaktadır.

2. Kısım, asıl Harem'de yaşayan kadınefendilerin, şehzade haremlerinin, padişahların ve padişah ailesi mefhumu içine giren herkesin hizmetçisi durumunda olan cariyelerdir. Bunların padişahların karı koca hayatı ile ilgileri yoktur.

3. Kısım, asıl Harem'de yaşayan ve 'padişahın ailesi' kavramı adı altında toplanan kişilerdir.

2- BATILI YAZARLARIN HAREM'LE İLGİLİ KİTAPLARI GERÇEKLERİ YANSITIYOR MU?
Harem'le ilgili Batılı yazarların yazdıkları hayal ürünü ve de gerçek dışı olayları 1960'lı yıllarda Harem'in restorasyonunda görev alan Mualla Anhegger'den dinleyelim:

Harem Padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil. Mimarisi bile buna göre düzenlenmemiş. Padişahın cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil. Harem bir üniversite gibi düşünülmüş. Cariyeler ise öğrenci. Çünkü cariyeler köle değil Padişahın cinsel kölesi hiç değil. En doğru deyim, cariyenin padişahın evlatlığı olduğudur.

Haremdekiler son derece iyi yetişmiş, terbiye edilmiş, zeki ve yetenekli kimseler. Onların da amacı devlet kademesinde yükselmek.

3- BATILI RESSAMLARIN HAREM TASVİRLERİ HAYAL ÜRÜNÜ MÜDÜR?
Harem'le ilgili bazı kitaplar ve dergilerde yayınlanan çıplak resimlerin aslı esası yoktur ve Batılı ressamların hayal kuvvetlerinin mahsulüdür. Padişahın süt banyosu yaptığını, cariyelerin ortasında çırılçıplak poz verdiğini gösteren resimler uydurmadır. Hubânnâmed'de kayd edilen ve bir doğum sahnesini canlandıran resim, Osmanlı kaynaklarındaki en açık olanıdır.

Türkiye'yi ziyaret eden seyyahlardan çoğunun Türkçe'yi bilmemeleri, gayrimüslümlerden dinledikleri kulaktan dolma hikayeler bu tür yanlış resimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

4- SARAY'DAKİ CARİYELERİN HEPSİ PADİŞAHLARIN HANIMLARI MIYDI? DEĞİLSE GÖREVLERİ NELERDİ?
Harem mektebinde yetişen cariyeler 2 gruba ayrılır:

1- Asıl Harem’in ve padişah ile ailesinin hizmetlerini gören cariyeler grubu ki, haremde sayıları bazen 400-500’e ulaşan cariyelerin %90’ını bunlar teşkil etmektedir. Bunların, Harem’in ve padişah ile karı-koca hizmetlerini yerine getirmek dışında herhangi bir şekilde padişah ile karı-koca hayatı yaşamaları mevzubahis değildir.

Saray cariyeleri 4 gruba ayrılır

a- Acemiler b- Cariyeler c- Kalfalar d- Ustalar

2- Padişahın ailesi arasında yer alan gözdeler, ikballer ve kadınefendiler grubu.

5- HAREM’DEKİ CARİYELER EVLENEBİLİRLER MİYDİ?
Cariyelerin evlenmeleri meselesini statülerine göre ayrı ayrı izah etmek gerekmektedir:

1. Grup, padişahlar veya şehzadelerin has odalığı olan cariyelerdir. Padişahlar, kendileri için odalık terbiye edilen cariyelerin hepsiyle münasebet kurmuyordu. Münasebet kurdukları belli sayılarda idi ki, bunların bir kısmı kadınefendi, bir kısmı ikbal oluyordu.

2. Grup olan hizmet cariyeleri, kalfalarve ustalar ise cariyelik süreleri olan 9 yılı doldurduktan sonra âzâd edilir ve ellerine ‘çırağ kâğıdı’ verilerek saraydan gitmelerine izin verilirdi. Ayrılmak istemeyenler sarayda kalırdı.

6- OSMANLI PADİŞAHLARININ EŞLERİ SAYILAN CARİYELERDEN KADINEFENDİLER KİMLERDİR?
Kadınefendiler, Osmanlı padişahlarının bazen 4 kadınla evlenme sınırına riayet ederek nikâh akdiyle evlendikleri, bazen de nikâh akdi yapmadan beraber yaşadıkları ve ancak ‘ümm-i veled’ statüsündeki, yani çocuk sahibi oldukları kadın veya kadınefendi denilen cariyelerdir.

Padişahın ilk kadınına baş kadınefendi denilirdi. Diğerleri de ikinci, üçüncü, dördüncü diye anılır.

Osmanlı Devleti’nin duraklaması, hatta gerilemesinde en büyük rolü oynayan sebeplerden biri de, 100 yıla yakın kadınefendilerin devlet işlerine karışmaları olmuştur.

IV. Mehmed’i idare eden Hatice Turhan Sultan’dan sonra ise bu adalet ortadan kalktı.

7- OSMANLI PADİŞAHLARIN KARI-KOCA HAYATI YAŞADIKLARI CARİYELERDEN İKBALLER KİMLERDİR?
İkballer, padişahların karı-koca hayatı yaşadıkları ve ancak genellikle çocuk sahibi olmadıkları cariyelerdir.

İkballik meselesi, duraklama ve gerileme devri padişahlarının tahta çıktıktan sonra aldıkları kadınlar olarak başlamış, 19. Yüzyılda ise Harem’in itibarlı kadınları arasında yerlerini almışlardır.

İkballer, kadınefendilerin ölüm, boşanma ve benzeri sebeplerle padişahtan ayrılmaları ile terfi ederler. İkballerin hususî maiyetleri vardı ve hizmetlerinde cariyeler bulunurdu.

8- GÖZDELER, PEYKLER VE HAS ODALIKLAR
Padişahın genellikle sayıları 4’ü bulan kadınefendileri, ikballer arasından seçilirdi.

İkballer ise has odalık, peyk veya gözde adıyla anılan cariyeler arasından seçilirdi. II. Mustafa zamanında ikballik müessesi ortaya çıkıncaya kadar kadınefendiler de doğrudan has odalık, peyk veya gözde tabir edilen cariyeler arasından temin edilirdi.

Has odalıklar da peyk ve gözde adıyla 2’ye ayrılırdı. Peyk ve gözdelerin adedi en fazla 4 olurdu. Bunlardan padişahın beğenisini kazananlar ile ondan çocuğu olanlar ikbal veya kadınefendi olurlar.

9 – PADİŞAHLAR İLE HAREM’DEKİ KADINLARI ARASINDA MEKTUPLAŞMALAR OLUR MUYDU?

Meşru dairede padişahların kadınlarına ve Harem’deki kadınların padişahlara veya tam tersine sultanların ve Harem’deki kadınların padişahlara veya damat adaylarına meşru bir tarzda aşk ve muhabbet mektupları yazmaları caizdir.

‘Harem’den Aşk Mektupları’ diye bilinen ve aslında Harem hazinesinde saklı olduğu halde Cumhuriyet’ten sonra ortaya dökülen aşk mektuplarıdır.

Bunlardan en meşhuru Hürrem Sultan’ın Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı mektuptur. Bir diğeri ise I. Abdülhamid’in kadınefendisi Ruhşah’a yazdığı mektuptur.

10- OSMANLI HAREMİ’NDEKİ ERKEK PERSONELİN GÖREVLERİ NELERDİR?
Osmanlı Haremi’ne alınan hadım erkek hizmetçiler 2 guruba ayrılmaktadır:

1- Ak Hadımlar: İslâm hukunda erkeklerin hadım edilmesi yasaklandığından dolayı Osmanlı Devleti’nin genişleme yıllarında İstanbul’a çok sayıda Macar, Alman ve Slav esir getiriliyordu. Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çekerkezlerden temin edildi. Akağaların en önemli görevi, padişahın mâbeyn daireleri ile Harem dairesini korumak ve gerekli hizmetleri görmekti. Dış göreve atandıklarında vezâret payesi verilir ve genellikle Mısır valiliğine gönderilirdi.

2- Siyah Hadımlar: Fitneye daha çok yol açma ihtimali, teminindeki güçlük ve hadım edilmelerinin zorluğu ve dayanıksız olmaları sebebiyle özellikle III. Murad zamanında Osmanlı Haremi’nde ak hadımların yerini zenci hadımlar aldı.

Harem ağalarının sayıları Fatih zamanında 20’yi, 1517’de 40’ı, 1537’de 20’yi nihayet bu sayı 100’ü geçmesine rağmen, Batılı kaynaklar sadece karalamak uğruna bu sayıyı 800 olarak ifade etmişlerdir.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Bir soru cevap

Soru
‎”Adalet Mülkün Temelidir” Hz.Ömer’e,
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” Hz.Ali’ye,
“Köylü Milletin Efendisidir” Kanuni Sultan Süleyman’a,
“Ya İstiklal ya ölüm” Şeyh Şamil’e aittir…
Acaba bunların doğruluğu var mıdır? Şmdiden teşekkürler
Cihad Öztürk

Cevap
Sonuncusundan pek emin değilim. Ama diğerleri doğrudur.
Onu da Kazım Karabekir Paşa ben söyledim diyor.
(Bkz. benim Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz adlı kitabım.)
“Köylü Milletin Efendisidir” sözünün asıl anlamını “Osmanlının Mahrem Tarihi”
adlı kitabımda açıkladım. “Adalet Mülkün Temelidir” sözü de yanlış bir çeviri.
Arapçada mülk, devlet, düzen, sistem vs. anlamına da gelir. Burada kastedilen,
devletin veya düzenin esası adalettir fikridir. Temel de yanlış çeviri. Adalet
sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz, esasta, yani bir sistemin her alanında
bulunmalıdır. Arapça aslı sanıyorum “el-adl esasu’l-mülk” olmalıdır.
Mustafa Armağan

23 Mayıs 2014 Cuma

Lanetli Elmas

Birçok elmas, uğursuzluklarıyla anılmıştır. Bunlar kimin eline geçene, onu felâkete sürüklediklerine inanılır. Bunlardan biri Mavi Elmas’tır. Sahiplerinden birinin adından ötürü, Hope Elması diye tanınır. 119,5 kıratlık bu eşi az bulunur elması, 1642′de Jean Tavernier adında bir Fransız gezgini Avrupa’ya getirmiştir. Elması Hindistan’da bir Buda heykelinin gözünden koparmıştı.
Bir Hintli rahip, bu davranışının kendisine uğursuzluk getireceğini söyledi. Gerçekten de uğursuzluklar birbirini kovaladı; Tavernier, elması Fransa Kralı XIV. Louis’e satmıştı. Aradan bir yıl geçmeden, Tavernier’i İspanya’da köpekler parçaladı. Fransa Kralı XVI. Louis ise elması karısı Marie Antoinette’e armağan etmişti. Onun da başına gelmeyen kalmadı.
1830′da Daniel Elias adında bir İngiliz, elması 200.000 liraya Banker Hope’a sattı. Hope. elması aldıktan kısa bir süre sonra, iflas etti. Daha sonra, çıldırarak öldü. Kanitovsky adında bir Rus prensi, bu söylentilere inanmayıp elması satın aldı, gözdelerinden soylu bir kadına armağan etti. Çok geçmeden, kadını bir başka dostu bıçakla öldürdü. Elmasın yeni sahibi Yunanlı Simon Monkaricies’ti. Açıkgöz adam, elması çok yüksek bir fiyatla, Sultan Abdülhamit’e sattıysa da, az sonra karısı, oğlu ile birlikte bir kazaya kurban gitti. Abdülhamit’in sonunu da bilirsiniz.
Lanetli Olduğuna İnanılan Mavi Elmas’ın Sahipleri Arasında Sultan II. Abdülhamid’de Vardı.
Böylece uğursuzluklar zinciri sürüp gitti. Devrin tanınmış kadınları bu elması takmak için birbirleriyle yarış ettiler, birçoğunun başına hiç umulmadık felâketler geldi. Son olarak Mavi Elmas’ı Yunanlı armatör Onasis’in karısı Tina almıştı. Ancak, o da hiç umulmadık bir zamanda, çok sevdiği kocasından ayrılmak zorunda kaldı. Uğursuz elmas şimdi Amerika Washington'da bir müzededir.

Osmanlı'nın son doneminde medreselerin durumu..

Batıdaki ilmî ve felsefî gelişmeler karşısında, Osmanlı son dönemindeki eğitim sistemimizin, daha doğrusu medresenin (üniversitenin) durumu ne idi? Gelişmeleri takip edememiş, kendisini yenileyememiş, gelişmemiş bir bilgi yığını vardı. Asırlar öncesinin malûmatları tekrar ediliyordu. Dört-beş asır boyunca geçmişin birikimleriyle idâre edilmiş, şerh ve bir takım açıklamalardan öteye gidilememişti.
Elbette kendisini yenileyememiş, gelişmelere paralel bir eğitim seyri takip edememiş medrese, tekke ve zâviye; “fen, felsefe ve ilmin” sacayaklarına oturmuş bir şekilde Deccalizmin saldırılarına cevap veremezdi. Kur’ân etrafındaki surlar Osmanlı devletinin çöküş sürecine girmesiyle, medreselerden fen ilimlerinin kaldırılmasıyla, tekke ve zaviyelerin de kendilerini yenileyememiş olmasıyla yıkılmaya yüz tutmuştu. Askerî sahadaki gerileme, ilmiye sahasında da görülmeye başlanmış, eğitim müessesesi skolastikleşmiş; fen ve felsefeden gelen hücumlar durdurulamamıştı.
Yükselme Devri’nde, Fâtih Sultan Mehmed zamanında, Sahn-ı Seman medreselerinde (üniversitelerinde), din ilimleri ile fen ilimleri yan yana okutuluyordu. Ebussuûd’un, “Medreselerde tabiî ilimleri okutmaya gerek yoktur” meâlindeki fetvasıyla; fen ilimleri kaldırılmıştı. Artık, salâbet değil; taassup hüküm sürmeye başlamıştı. Oysa, İslâmiyet taassubu, bir şeye körü körüne yapışmayı değil, salâbeti, hakkı, gerçeği, akıl ve bürhanlarla bulduktan sonra ona sımsıkı sarılmayı gerektiriyor. Medrese, tekye ve zâviye bundan mahrum kalmıştı.
Abdürreşit İbrahim Efendi (1857-1944) ve Çocukları
20. asrın başlarında, II. Abdülhamid tarafından İslâm ülkelerinin durumunu tesbit için vazifelendirilenlerden birisi olan Abdürreşid İbrahim, medreselerinde yetiştirdiği ilim adamlarıyla meşhur olan Buhara’daki eğitim sistemi hakkında şunları söylemektedir: “Öğretim usûlü berbat. Bir kitabın mukaddimesini beş senede okurlar. Yirmi-otuz sene bir medrese odasında oturur; bütün ömrünü alât, lisân tahsilinde geçirir; sonunda iki kelimeyi konuşamadığı gibi, bir satır da Arapça ibâre yazamaz. Tahsil, çok acınacak bir haldedir.”
(Ali Ferşadoğlu, Yeni Asya, 2012-02-23)

15 Mayıs 2014 Perşembe

İshak Paşa Sarayı

İshak Paşa Sarayı

Dünya da ilk kalorifer sisteminin kurulduğu yer.

Eskiden sarayın olduğu yer, sarayın tam ortada bulunduğu bir yerleşim merkeziydi. Ova tarafında evler, diğer yanlarda camiler, mezarlık ve diğer yapılar vardı. Fakat bu yapıların hepsi yıkılmıştır. Saray son yıllarda yapılan tamirat ile tamamen yıkılmaktan kurtarılmıştır.

Yapılışa başlama tarihi: 1685
Bitiş tarihi: 1784

İshak Paşa Sarayı / DOĞUBAYAZIT