26 Haziran 2014 Perşembe

ODTÜ'lü profesöre Allah'ın varlığını kanıtlamak


Bir arkadaşım ODTÜ felsefe bölümünde okurken bir dönem Bilim Felsefesi dersini alıyor. Dersin hocası da, konusunda Türkiye çapında bir kişi. Ancak ateist... Daha ilk dersinde
“- Arkadaşlar” diyor, “Allah’ın varlığı bir varsayımdan ibarettir, aslında böyle bir şey yoktur, ama Müslümanlar, işlerine geldiği için Allah’a inanmış, sonra da bütün düşüncelerini bu varsayım üzerine bina etmişler. Aslında bu, sadece bir kabulden ibarettir” diyor
Bizim arkadaş hemen itiraz ediyor ve “Hocam..” diyor, “Sizin dediğiniz gibi değil. Biz Müslümanlar akıl ve mantıkla iman ediyoruz. Ve Allah’ın varlığını, birliğini, aklen, mantıken de ispata hazırız.”
Dersin hocası “Hele bir ispat et bakalım, nasıl ispat edeceksin?” diyor.
Bunun üzerine arkadaşım anlatmaya başlıyor:
-“Bir harf katipsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz, bir köy muhtarsız olmaz, değil mi efendim?”
“-Eveeet?”
“-Öyle ise, bir harf bile kâtipsiz olmuyor da, nasıl şu muhteşem kainat kitabının katibi, yazarı olmaz? Bir iğne bile ustasız olmuyor da, nasıl şu mükemmel kainat fabrikasının mükemmel bir ustası olmaz? Bir köy muhtarsız olmuyor da, nasıl olur şu koca kainat şehrinin bir yüce idarecisi olmaz? O yaratıcıyı tanımanın yolu da çok basit: Mesela bir mektup, dikkatli bir okuyucu için, onu yazanı tarif eder. Mektubun yazarını görmesek de kişiliğini, isteklerini, ruh halini, ilgi alanlarını, mesleğini, mevkiini ve bunun gibi daha neleri mektubundan anlayabiliriz. Tabii okumayı biliyorsak, değil mi hocam? Aynen öyle de; bu kainat, Allah’ın bize kendisini tanıttırmak için yazdığı mektuplarla doludur. Her bir ağaç, bulut, çiçek, hayvan; yani gördüğümüz her şey bize yaratıcısını tarif ediyor. Okumasını bilirsek tabii”
Dersin hocası, beklemediği bu izah karşısında şaşırıyor. Sonra da:
“- Ama bu yaptığınız bilimsel bir izah değil,” diyor.
Arkadaşım ise, karşı soru ile konuyu açmaya devam ediyor:
“- Hocam, siz atomun varlığına inanıyor musunuz?”
“- Evet.”
“- Peki deliliniz nedir? Atomu gördünüz mü veya gören var mı?”
“- Tabii ki atomu gören yok, zaten biz atomun varlığını direkt değil, endirekt yoldan biliyoruz. Mesela Rutherford altın plakaya çarpıp geçen alfa taneciklerinin fotoğraf plağındaki izlerine bakarak atomun çekirdekli bir yapıda olduğunu anlamıştır. Yani bu örnekte olduğu gibi, atomu oluşturan parçacıkların tesirlerinden hareketle, atomun varlığını ve yapısını anlıyoruz. Bu tarz ispata da, çıkarım (inference) yolu diyoruz.”
Bilim felsefesi dersi hocasının bu açıklaması üzerine arkadaşım: “Bu açıklamalarınız için teşekkür ederim hocam. Demek ki az önce Allah’ın varlığını ispat için anlattığım delil de, atomu ispatı için kullanılan delil gibi, çıkarım yolu ile ispat oluyormuş ve bilimsel bir ispatmış” diyor.
Dersin hocası şaşırıyor; “Yani bunlar aynı şey mi?”
“- Tabii ki, aynı şey hocam. Neresi farklı ise, siz söyleyin. Siz ‘Altın plakadan geçen alfa taneciklerinin fotoğraf plağındaki etki ve izlerinden atomun çekirdekli bir yapıda olduğu ispat edilebilir.’ dediniz; ben de, kâinattaki varlıklardan, onlarda görülen özellik ve faaliyetlerden Allah’ı tanıyabilir ve ispat edebiliriz, dedim.“
“- Yani aynı şey mi bunlar?” diye tekrar tekrar soruyor dersin hocası, şaşkınlığından..
Bu esnada, herhalde tartışmanın gidişinden memnun olmayan bazı talebeler araya girip;
“- Hocam bırakalım bunları, nereden geldik bu bahse?” diyorlar ve konu orada öylece kapanıyor.
Bundan sonraki derslerde de, bilim felsefesi hocası ile arkadaşım arasında dini konularda bazı tartışmalar olmaya devam ediyor. Felsefe hocası dini bir inancı tenkit edince, arkadaşımdan mantıklı cevaplar alıp susmak mecburiyetinde kalıyor.
Fakat, ikinci yarı yıl başladığında, herhalde bilim felsefesi hocası, o zamana kadar iyice düşünüp taşınıp kafa yormuş ve bu işi kendince halledecek bir yol bulacağına inanmış olsa gerek ki, bir derste yine konuyu dine getirip kendinden emin bir şekilde arkadaşıma diyor:
“- Bugün bu meseleyi bitireceğiz ve artık gündeme getirmeyeceğiz, anlaşıldı mı?”
“- Evet hocam, bitirelim.”
“- Yalnız bu meseleyi bilimsel olarak görüşebilmemiz için bazı kriterlere uymamız lazım. Şöyle ki: Bilimsel bir teori, geçerli olduğu sınırı, şartları, çerçeveyi çizmek zorundadır. Eğer bir teori için ‘Her şart altında doğrudur, gelişmeler ne yönde olursa olsun, araştırmalar nasıl çıkarsa çıksın, bu teori doğrudur’ denilirse, o teori bilimsel olmaz. Olsa, olsa inanç veya ideoloji düzeyinde kalır. Yani bir teori ortaya atıldığında “Eğer şu olay şöyle gelişirse, şu incelemenin sonucu şöyle çıkarsa, şu şöyle ise bu teori doğrudur; aksi takdirde bu teori yanlıştır”, denilebilmesi lazımdır, o teoriye bilimsel diyebilmek için. Oysa siz Müslümanlar Allahın varlığını ispatlarken bir şart getirmiyor, alternatif bir kapı bırakmıyorsunuz. ‘Her halükarda, her durumda Allah vardır.’ diyorsunuz. Bu da bilimsel bir ispat olmuyor tabii. Eğer Allah’ın varlığını gerçekten bilimsel bir şekilde ispat etmek istiyorsanız, diyebilmelisiniz ki; ‘Şu, şu şartlarda Allah vardır; bu, bu şartlarda da yoktur.’ Eğer böyle şarta bağlı bir ispat getirebilirseniz, o zaman o şartları tartışırız ve yaptığınız ispat da bilimsel olabilir.”
Bilim felsefesi hocası, arkadaşımı şimdi mağlup ettiği düşüncesiyle, sözünü bitirip muzaffer bir eda ile cevap bekliyor. Evet kritik bir soru, zira hiçbir Müslüman’ın; “Şu, şu şartlarda Allah vardır; bu, bu şartlarda da Allah yoktur” diyemeyeceğini düşünüyor. Arkadaşım kısa bir düşünme sonrası, Risâle-i Nûr’da sıkça geçen bir ispat şeklini hatırlıyor ve cevap vermeye başlıyor:
“- Peki hocam, istediğiniz şartı yerine getireyim. Biz diyoruz ki; kâinatta atomlardan yıldızlara kadar uzanan, hükmeden mükemmel bir düzen ve mükemmel bir nizam var. Bu düzen ve nizamın gerçekleşmesi için:
1- Ya diyeceksiniz ki; her bir varlık atomlardan ta yıldızlara kadar, mikro âlemden makro âleme kadar, bu mükemmel düzeni ve nizamı biliyorlar ve bilerek, görerek, şuurla ve meşveret edip birbirine danışarak hareket ediyorlar ki, ancak böyle bir durumda; ‘- Allah yoktur,’ diyebilirsiniz.
2- Ya da diyeceksiniz ki; bu atomlar, gezegenler, unsurlar vs. hepsi akılsız, şuursuzdur. Öyle ise tüm bu kâinatı, zerrelerden yıldızlara kadar idare eden bilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcı vardır.
Birinci şıkkı kabul edeceğinizi hiç zannetmiyorum; Zira taşa, toprağa, bitkiye, hayvana, atoma, yıldıza akıl, fikir, şuur vermenin “Animizm”diye adlandırıldığını, ve bunun ilk çağlarda ortaya atılmış bâtıl bir inanış olduğunu siz söylemiştiniz. Demek ki, ikinci şıkkı kabul edeceksiniz. Buna mecbursunuz!”
Felsefe hocası, bu cevaba çok şaşırıyor. . .
“- Anlamadım? “
“- Bir örnekle açıklayayım, hocam. Mesela: Güneşli bir öğlen vakti denizin yüzünde, su birikintilerinde, aynalarda, camlarda, parlak şeylerde oluşan akisleri, pırıltıları, ışık yansımalarını:
1- Ya diyeceksiniz ki; bunların hepsi kendisinden ışık saçıyor.
2- Ya da diyeceksiniz ki; bunların kendilerinde ışık yoktur, bu pırıltılar, yansımalar, gökteki güneşin ışığının akisleridir.
Aynen onun gibi, yeryüzünde, tüm kâinatta gördüğümüz ve ilim, hikmet, kudret, irade gibi sıfatları gerektiren eserler ve olaylar; ya bütün kâinatın herbir zerresinde akıl, mantık, güç, irade vs bulunması ile mümkün olabilir; ya da sonsuz ilim, hikmet, kudret, irade sahibi bir yaratıcının faaliyetlerinin yansımaları, akisleri, neticeleridir.
ODTÜ bilim felsefesi dersi hocası, arkadaşımın bu sözleri üzerine evvela derin bir düşünceye dalıyor, sonra tek kelime dahi söylemeden ve bir cevap veremeden, sınıftan çıkıp gidiyor

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder